Siglusfjördur’de gece, kuzey ışıklarını izlemek üzere topyekün dışarı taşınmam ve sabaha karşı arabaya yaslanıp uyuyakalmamla sona ermişti. Hava aydınlanmaya başlarken suratıma esen rüzgarla üşüyüp arabanın yan tarafına geçtiğimi ve sırtımı arka tekerleğe yasladığımı hayal meyal hatırlıyorum. O sırada Doruk’un kapıyı açıp beni görmesi ve ön koltukta rahat edemediğimden onu uyandırıp yer değiştirmek yerine dışarda uyuduğumu zannetmesi üzerine sabah sabah ufak çaplı bir kriz yaşadık. Sonra dışarıda yattığım için fırça yiyerek ön koltuğa döndüm. Böylece aslında yeminime sadık kalmakta hiç sıkıntı yaşamayacağımı düşündüğüm, mevkimi terk etmeyi ise zaten aklımın ucundan bile geçirmeyeceğim güzellikteki bir gecenin ardından Gece Nöbetim hala hayatta da olsam sona ermiş oldu ve güneşin de doğmasıyla birkaç saat daha sıcak birer uyku çektik.
Grettislaug
Birkaç saat daha dediğim, yola çıktığımızda saat 10du ve ilk durak olarak kendimize Grettislaug’u seçtik. Grettislaug gezinin başından beri resimlerine baktığımız, fakat haritadaki uzaklığı nedeniyle gitmeyi ciddi anlamda hiç düşünmediğimiz bir doğal termal havuzdu. Ve şansa bakın ki önceki geceki kuzey ışığı kovalamacamız bizi tam da bu havuzun yarım saat uzağına sürüklemişti. Fiyort kıyısında kısa bir araba yolculuğundan sonra Grettislaug’a vardık. Havuzları kullanma ücreti 1000 ISK idi. Havuzlar dediysem çok da bir şey beklemeyin canım. Bir tane küçük ve bir tane daha küçük olmak üzere iki tane 37 derece sıcaklığındaki havuzdan bahsediyorum. Fakat konumu gereği oldukça boş olduğundan bize tam da aradığımız huzuru verdi diyebilirim. Bir tarafımızda dağ bir tarafımızda deniz manzarası eşliğinde 1 saatten fazla kaldık burada. Sonra da İzlanda’nın batısına doğru yola çıktık.
Stykkisholmur
Yine uzun bir araba yolculuğu ve az duraklama içeren bir günün sonunda Stykkisholmur’a vardık. Görülecek çok fazla şey olmasa da ayaklarımızı hareket ettirmek adına biraz inip yürüme taraftarı oldum. Her tarafında wifi erişimi olması bakımından ilginç bir kasabaydı. Bir süre sahilde yürüdükten sonra bir de limanın karşısındaki deniz fenerinin olduğu tepeye tırmandık. Buradan kasabaya panoramik bir bakış attıktan sonra arabaya dönüp her zamanki gibi yerleşimden uzak uyuyacak bir yer aramaya koyulduk.
Batıya gelmemizle beraber sabah Grettislaug’da güneş ve deniz tatilindeymişiz hissi veren o güzelim havadan geriye eser kalmamıştı. Stykkisholmur’dan daha batıya ilerledikçe hava daha da bozuyordu ve rüzgarsız bir yer bulmak bizi epey uğraştırdı.
Yine de Doruk’un son gecesi olduğundan çadırda yatmaya kararlıydı. Hafif çukur bir yere çadırı kurup Beste’yle koşar adım arabaya döndük. Gece boyu öyle bir fırtına vardı ki araba beşik gibi sallandı desem abartmış olmam. İçimden umarım Doruk yaşıyordur diyor, dışarı çıkmayaysa asla cesaret edemiyordum 😀 Tabi abartmış olabilirim de aslında, eminim İzlandalılar bunun kaç katını deneyimliyorlardır sonbahar ve kışın. Yine de rüzgarın gürültüsü epey gözümü korkuttu.
Sabah Doruk’un bir kere de siz beni uyandırın sitemiyle uyandık. Toparlandıktan sonra (sabah sabah o soğukta Beste’yle ikimiz arabada kalıp daha çok içeriyi toparladık ama neyse) Batı İzlanda rotasını tamamlamak üzere arabayı çalıştırdık.
Kirkjufell
İlk durağımız olan Kirkjufell yani Church Mountain adını kusursuz biçiminden alıyormuş. İzlanda yazıp google’da arattığınızda bile fark edeceksiniz ki bu dağ ülkenin en çok fotoğraflanan noktalarından biri. Nasıl olmasın ki? Ormanın çocukları White Walker’ları burada yarattı. Sandor Clegane, Hound, alevlere baktığında bu dağı gördü:
“There’s a mountain, looks like an arrowhead. The dead are marching past, thousands of them.”
Yani nasıl olmasın?
Kirkjufell’den sonra Snaefellsnes Milli Parkı’na yola çıktık ama hava beklemediğimiz kadar bozdu. Snaefellsnes’te turist ofisi gibi bir yer ararken yol üzerinde Saxholl kraterini görünce bir uğrayalım dedik. Gördüğümüz onca şeyden sonra ilk defa vaov demedik bir yerde. Ha vaov dedik demesine de ara sıra uçmamak için kayalara yapışmamıza sebep olan rüzgara dedik. Krater’den koşar hatta uçar adım geri indikten sonra, arabaya atlayıp soluğu turist ofisinde aldık. Oradaki çalışan da bugün havanın çok kötü olduğunu, doğruca Reykavik’e gitmemizi önereceğini söyledi. Yine de hakkında bir şeyler okuduğum Djupalonssandur plajına uğramadan geçmeyelim dedik.
Djupalonssandur
1800’lerde karaya vuran bir geminin kalıntılarını da görebileceğiniz yine siyah kumlardan oluşmuş bu plaja tepeden kısa bir bakış attıktan sonra Beste ıslanmanın haklı bıkkınlığıyla arabaya döndü. Biz Doruk’la delilik parayla değil ya diyerek bir saati aşkın bir yürüyüş yaptık sahilin etrafındaki tepelerde. Önce Doruk’un ayakkabısı, sonra da benim muhtemelen bağcıklarını yeterince sıkı bağlamamış olduğum gore tex’lerim yağmur sularıyla dolmaya başladı. Ama Djupalonssandur, Reynisfjara’dan daha az kalabalık olması ve daha vahşi bir kayalık-dalga-siyah kum manzarası sunmasıyla bile görülmeye değerdi. Arabaya ayakkabılarımızın içinde yüzerek ya da Doruk’un deyimiyle İsa gibi suyun üstünde yürümeyi keşfetmiş olarak döndük. İlk işimiz ayakkabıları çıkarıp çorap değiştirmek oldu. Sonra Snaefellsnes’i geride bırakarak Reykavik yoluna koyulduk.
Rauðfeldsgjá Kanyonu
Daha arabaya yeni binmiş, ısınmaya yeni başlamıştık ki Raudfeldsgja Kanyonu için yeniden durduk. Bu seferki, gördüğümüz diğer iki kanyondan farklı olarak epey dar bir yarığa sahipti. Üstelik içine girmek için şelalenin içindeki taşlara basarak tırmanmamız gerekiyordu. Yağmur durmamışken, ayakkabılarımız suyunu çekmemişken bir de buraya girmek aklı yerinde olan birinin yapacağı iş değildi. Yine de çok düşünmeyip daldık kanyona. İyi ki de dalmışız. Daracık bir yarığın içinde hem şelale hem yağmur tarafından ıslanmak apayrı bir keyifmiş meğer. Bu rezalet havada artık görecek güzel bir şey kalmamıştır derken İzlanda gene yapmıştı yapacağını. Kanyonun içinde şelaleye karşı tırmanarak daha uzağa da ilerlemek mümkündü sanırım. İlerlemek kimbilir daha ne manzaralarla karşılaştırırdı bizi. Ama o anki maceracılığımız daha fazlasına yetmemiş olacak ki biraz ilerledikten sonra fazla zorlamayıp geri döndük.
Yol üstünde İzlanda’da nadir gördüğümüz otostopçulardan birine denk gelince durdurduk arabayı. Arkada epey yayılmış olduğumdan yer açmam biraz zor oldu ama Çek Cumhuriyeti’nden olduğunu öğrendiğimiz Vojta ile devam ettik yola. Yolda bize İzlanda’ya dair sevdiklerini ve sevmediklerini anlattı. En sevdiği yerin bizim vakit yetersizliğinden ve 4×4 arabamız olmadığından elemek zorunda kaldığımız Kuzeybatı Yarımadası olması bizi üzdü biraz. Çektiği fotoğrafları instagram’ından gösterdiğinde kendi yeteneksizliğimle bir kez daha yüzleşmek de üzdü beni biraz. Ayrıca Reykavik yolu üstünde, aslında yoldan biraz saparak uğrayacağımız iki şelaleyi bizimle görmesi içi davet ettik Vojta’yı. Kucağındaki 20 kiloluk çantasına bir yer bulduğumuz sürece memnuniyetle kabul edeceğini söyledi.
Hraunfossar ve Barnafoss
Yan yana bulunan bu iki şelale İzlanda’daki son şelalelerimiz oldu. Hraunfossar aslında 900 metre boyunca yan yana uzanan birden fazla ufak şelaleden oluşuyor. Barnafoss ise onun biraz ilerisinde ve ismini burada yaşandığı söylenen talihsiz bir olaydan alan bir şelale. Aslında ikisi de olmazsa olmaz duraklar değiller ama şelalelere veda eedebileceğimiz bir kapanış yapmak istedik. Sonra da burada fazla vakit harcamayıp tekrar Reykavik yoluna döndük.
Reykavik
Vojta’yı rotadan küçük bir sapmayla Borgarnes’e bıraktıktan sonra artık başkente iyice yaklaşmıştık. Doruk son şelalelerinden sonra son koyunlarını, son atlarını sayıyordu artık etrafına bakarken. Reykavik’e varmadan bir benzinliğe uğrayıp interneti kullandık ve şehirde üçlü son akşam yemeğimizi yiyebileceğimiz uygun fiyatlı güzel birkaç restoran bakındık. Şehre varınca arabayı kapalı otoparka bıraktıktan sonra Islenski Barinn adlı restorana gittik. Merak ettiğimiz birkaç lezzeti daha denedik burda. Sonra kiliseye yöneldik. Akşam vakti ayrı bir heybetli duruyordu kilise.
Otoparka döndüğümüzde saat gece yarısını geçiyordu.
Doruk çantasını toplarken biz de arabayı toparladık. O arada ben içinde gözlüğüm ve lens kutularımın olduğu gözük kutusunu kaybettiğimi fark ettim. En son oturduğumuz benzinliğe gözlüğümü sormak için gittik fakat kapalıydı. Bunun üzerine havaalanına yöneldik ve Doruk’u bıraktık. Sonra da sabah tekrar benzinliğe dönmek üzere yine karanlık bir yerde kenara çekip uyuduk.
Ertesi sabah şehri de görebilmek adına epey erken kalktık Beste’yle. Benzinliğe gidip gözlük kabımı sağ salim aldıktan sonra keyfim iyice yerine geldi. Karşılaştığımız bir diğer güzellik ise Reykavik’te pazar günleri park yerlerinin ücretsiz olmasıydı. Arabayı park edip dün gece gördüğümüz yerleri bu kez bir de gündüz gözüyle yürüdük. Birkaç dükkana uğrayıp hediyelik alışverişi yaptık. Saat 2’de ise ücretsiz şehir turuna katıldık.
www.freewalkingtour.is sitesinden de bilgi alabileceğiniz her gün yapılan bu şehir turlarını kesinlikle öneririm. Akşamları Stand-up gösterisinde de sahne alan tur rehberimizle epey keyifli bir şehir turu yaptık. İzlanda’ya dair hiçbir yerde okumadığım bilgiler öğrendim. En ilginci mi?
17.yüzyıla, İzlanda’da tam da hammurabi kanunları gibi dişe diş, göze göz bir ceza sisteminin olduğu yıllara dayanan bir olaydan bahsetti rehber. Anlatılana göre, 1627 yılında Osmanlılı (aslında Fas ve Cezayir asıllı) korsanların Hollandalı korsan Murat Reis önderliğinde yaptığı köle baskınları, yani insanları köle olarak satmak üzere kaçırmaları sonrası İzlanda’da Türklerin öldürülmesinin yasal hale gelmiş. Çünkü rehberin dediğine göre, evet, her siyah saçlı siyah sakallıyı Türk sanıyorlarmış. Ve yine rehberin dediğine göre 1994 yılına kadar bu yasa uygulanmasa da yürürlükte kalmış. Neyse en azından şu an kaldırıldığını bilmenin rahatlığıyla Reykavik sokaklarındaki turumuza devam ettik biz.
Blue Lagoon
Tur biter bitmez Beste’yle arabaya dönüp son durağımıza, Blue Lagoon’a doğru yola çıktık. İnternette online bilet satın almanın zorunlu olduğunu söyleyenler olmuş.
Biz de eşeğimizi sağlam kazığa bağladık. Fakat bileti önden satın almadan orada almak mümkün mü emin değilim açıkçası. Lagoon’a girdiğimizde saat 5 civarıydı. Tabi duş alma, saç kremi sürme gibi bir sürü ritüelden geçtikten sonra nihayet kendimizi sıcacık sulara attık. 5 saat boyunca dışarıda devam eden yağmurun altında keyif çattık. Bu arada beni en çok şaşırtan şeylerden biri Lagooon’un içindeki bardaki içki fiyatlarının şehirdeki restoran ve barlardakiyle hemen hemen aynı olmasıydı. Bu nedenle son günümüzün şerefine “Blue Lagoon’da içkimizi yudumlama” keyfinden de kendimizi mahrum bırakmadık. İyi ki de hava kararana kadar orada kalmışız ve bu güzelliği bir de karanlıkta izlemişiz. Girişi biraz tuzlu olsa da bence Blue Lagoon da son kuruşuna kadar verdiğimiz paraya değen yerlerdendi.
Tabi hava karardıktan sonra sudan çıktığımızda güzelce bir üşüdük ama olsun. Duşumuzu alıp arabaya dönünce hiç uyumalık yer aramadan geceyi otoparkta geçirelim dedik. Zaten her yanımızdan uyku akıyordu. Sabah olunca da çantalarımızı toplayıp, arabayı şöyle bir temizleyip Keflavik havaalanına gittik ve önce bir hafta boyunca evimiz olan arabamıza sonra da Görmeden Ölmemeniz Gereken Diyar İzlanda’ya veda ettik.