2014 yazındaki en büyük iyi ki’lerim arasındaydı hem Portofino hem Como Gölü. Fakat ben bu iki masalsı yerin güzelliklerini anlatmaya kelimelerim yetmeyeceğinden ve “şimdi ben anlatınca komik olmadı” geyiğinin “valla çok güzeldi ama şimdi ben anlatınca olmadı” versiyonunu çevirmeye de niyetli olmadığımdan bugün size bu iki gezimi anlatmayacağım. Bu iki gezimi değil de onların perde arkasını anlatacağım. Hikayemi Portofino’dan aşkımı bulamadan döndüğüm günün (bkz. I couldn’t find my love in Portofino) ve aynı zamanda göl diyip geçmenin hakaret sayılacağı sıradaki huzur durağım Como’dan bir gün öncesinin akşamından başlatıyorum müsaadenizle. Malumunuz, şu mevsimde gidiniz, şurada kalınız, şuraları görünüz, şu kadar bütçe ayırınız diyerek hikaye anlatmak hamurumda yok, elimden geldiğince Seyahat Tüyoları’nda veriyorum böyle bilgileri. Gezilerime gelinceyse anlatmak istediğim başka bir şey kalmayana kadar anlatıyorum hikayelerimi. Kimi zaman en sade haliyle, kimi zaman tavsiyelerle, kimi zaman bitmek bilmeyen monologlarım, iç seslerim eşliğinde… Hem hikayeyi Como’nun bir önceki gecesinden, Milan’dan başlatmak, garda kalma deneyimlerime ve tek başına gezen bir kadın olmanın zaman zaman sırta binen ağırlığına dair birkaç anekdot vermeme, ayrıca Milan’a olan sevgisizliğimi de dışavurmama bir fırsat olur sonuçta. Fakat ben bu yazımda size Milan’ı da anlatmayacağım. Karışıklık olmasın diye baştan söylüyorum: BU BİR MİLAN GEZİ REHBERİ DEĞİLDİR! Milan’a dair bir anı yazısı da değildir. Olsa olsa Milan’da geçen anılarıma dair bir yazıdır. Olay Milan’da geçiyor evet, ama olayın Milan’da geçmesi tamamen tesadüftür. Ya da olayın Milan’da geçmesi cidden tamamen tesadüf müdür? Baştan çok da sevmeyerek gittiğim bir şehrin karşılığında bana sunduğunun iki gecelik kekremsi anılardan ibaret olması sadece tesadüf ile açıklanabilir mi? Yoksa tüm bu kekremsilik Milan’ın da bana olan sevgisizliğini dışavurma biçimi midir?
Ne yalan söyleyeyim, uğruna güzellemeler yazılmış tüm diğer büyük ve popüler İtalya şehirleri gibi Milan da beni heyecanlandıramayanlardan olmuştu. Venedik hariç der susarım gerçi. Neyse bir türlü kanımın ısınmadığı Milan’ı Portofino dönüşü konaklama amaçlı kullanacağım, ertesi sabah da Como Gölü’ne yola çıkacağım bir akşamdı. Fakat o basit planda bile Milan’da işler umduğum gibi gitmedi.
Gece garda yatmayı zaten planlamıştım. Gerçi La Spezia’daki hostlarım Camilla ve Paolo beni bir sene önce bunu deneyip yatamadıkları konusunda uyarmışlardı fakat hostel falan araştırmadığımdan pek seçeneğim de yoktu. Yine Cinque Terre yazımda bahsettiğim gibi henüz sosyolojiyle çift ana dala başlamadığım ve içimdeki futbol aşkının ve fanatizmin; sosyolojinin bende uyandırdığı milyonlarca sorgulamanın arasında hunharca katledilmediği zamanlardı. Babamla maçlara gidiyor, Ankara’ya her gidişimde Uefa maçlarını izlemek için D-Smartı odama taşıyor, Dünya Kupası’nın kart ve çıkartmalarını biriktiriyordum. Tam dünya kupası vakti Avrupa’da olunca da maçları izleyebilmek adına hemen hemen her akşam mekanlarda en azından bir bira içiyordum. O gün de garın etrafında maçı gösteren bir mekan aradım durdum ama yalancı İtalyanlar ya, sorsan futbolu seviyorlardı, sorsan Milan ülkenin iki büyük futbolu kulübüne ev sahibiydi, ama ben maçı izleyecek tek bir yer bile bulamamıştım. Gara geldiğimde Rosso pomodoro adlı bir restoranda gösteriliyordu ama sonuna yetişmiştim. Tuttuğum günlüklerden anladığım kadarıyla Almanya-Fransa maçıydı.
Telefonumu şarj ettikten sonra hazır gardayken İsviçre biletimi de aldım ve 12 euro supplement ödedim. Epey de sinirim bozuldu. Gezinin ilk günleri beklediğim kadar ekonomik geçmiyordu çünkü her ne kadar ucuza karın doyurma imkanı çok olsa da dünyanın en sevdiğim mutfağının diyarında, ben neredeyse hiçbir günü boş geçmiyor, dünyanın en sevdiğim yemeği makarnayı her çeşidine kadar deniyordum.
Almanya-Fransa maçından sonraki diğer maçın ilk yarısı bitince -ki ne maçı olduğunu hatırlamıyorum, günlüğüme de yazmamışım- kalkmaya yeltendim. Ama solumdaki masadaki maç boyu göz ucuyla beni izlemiş ve maçı izlerken bol bol “Merde!” demesinden Fransız ya da Francophone olduğunu anladığım adam da hareketlenince işkillenip geri oturdum. Tabi deli mi ne, paranoyak oldunuz siz kadınlar iyice de diyor olabilirsiniz ama o iş hiç de öyle olmuyor. Gezerken yanıma aldığım en kıymetli şeyim altıncı hissim ve şimdiye kadar bu kadar yeri sorunsuz gezmemi de buna borçluyum. Neyse ben geri oturunca bu sefer adam da bir süre oturdu. Sonra başta hareketlenmiş bulunduğundan mecburen kalktı. Onun merdivenden inmeye başladığını görünce ben bile, acaba kuruntu mu yaptım diyerek yavaştan kalktım ama bunu görünce bu sefer de kendi çapında iki adım ileri iki adım geri atarak biraz oyalandı.
Ben de bu kez, yanından geçmemek için trenlere yürüdüm ve timetable’a bakmaya başladım. Aman o eksik kalır mı! Tabi hem benim hem onun en büyük mallığı da Arrival tablosuna bakıyor olmamızdı herhalde. Neyse sonunda kıvranmayı bırakıp yanıma geldi ve “Vous parlez français?” (Fransızca konuşuyor musunuz?) diye sordu. Ben de üstün zekamı konuşturarak bu soruya “Non” diye cevap verdim. Bir saniye sonra yaptığım aptallığı fark edip “I don’t understand you” falan diye
kıvırdım. Şimdi günahını almak da olmasın da abinin tipi de davranışları da arkadaşça denemeyecek kadar ısrarcı ve ürkütücüydü. Üstüne ben de ilk defa tek başına yurt dışında olmanın yabaniliği içinde olabilirdim, inkar etmiyorum. “English?” diye sorunca sinirle “Can you leave me alone!” diyip o durumdan kurtuldum.
En alt kata indim ve uyumak için bankamatiklerin arkasına serildim. Daha on dakika olmamıştı ki bir polis gelip “No, no, no” dedi. Milan’daydım zaten, ne düzgün gidebilirdi ki? Polisle girdiğim münakaşa ve erkenden trenim var diyip dert anlatma, halden anlamasını umma çabalarım boşa çıktıktan sonra “İyi be gideriz, yemedik” düşüncesiyle toparlandım. O sırada yanıma bir adam geldi, ingilizce, biletim varsa orada yatabileceğimi söyledi. Ben de polis öyle demiyor ama dedim. Fakat o kendinden pek bir emindi, sabah erkenden biletim varsa burada ya da üst katta uyuyabileceğimi söyledi. Ben ikna olmayınca baktı içim rahat etmiyor, gel üst katta yer bulalım sana dedi.Başka çarem olmadığından düştüm peşine. Mısırlıymış, Türkiye’den olduğumu söyleyince konuyu hemen siyasete getirdi. Sonra üst kata çıkarken dünyanın en klasik yemini atıp “erkek arkadaşın ne kadar şanslı, ne kadar güzelsin” diyerek güya saçımı düzeltti. Sinirle geri çekilip “no touching” dememden sonra, özür dileyip ısrarla tekrar erkek arkadaşımı sordu. Ben de, belki milyonuncu kez yapmaktan, artık ustalaştığım hatta böyle giderse varlığına benim bile inanmaya başlayacağım bir erkek arkadaş hikayesi uydurdum beni rahat bıraksın diye. Bunları tek çıkmak konusunda şüpheleri olan, neler yaşayacağını kestiremeyen kadınlar için özelikle detaylı anlatıyorum. Amacım kesinlikle kimsenin gözünü korkutmak veya caydırmak değil. Tam tersi hem olabildiğince doğru bilgilendirip hem de motive edici olmaya çalışıyorum. Sorunlar yaşayabilirsiniz, fazla samimi, dokunmayı gereğinden fazla seven insanlarla karşılaşabilirsiniz. Takip edenler, size erkek arkadaşınıza veya özel hayatınıza dair sorular soranlar olabilir. Bunlar her yerde, her zaman olabilir. İçgüdülerinizi dinleyerek ve yeri geldiğinde sesinizi çıkartmaya, tepki göstermeye, mesafe koymaya, kararlı ve net olmaya çekinmeyerek hepsinin üstesinden gelebilirsiniz.
Üst katta boş bir yer bulduktan sonra Mısırlı adam bir şeyler içmeyi teklif etti, az önceki tepkimin de etkisiyle kız kardeş gibi falan filan diye de geveledi fakat uykum var diyip kendisini sepetledim. Vedalaşırken bir de yanağımdan öpmeye yeltendi! Ay şöyle güzel bir anım da yok ki Milan’ı güzel hatırlayayım. Uyku bandımı kaybettiğimden ve garın o bölümü (mağazaların olduğu katta bir mağazanın kepenkinin önüne uzanmıştım) epey aydınlık olduğundan uyumam bir hayli zor oldu. Zaten 05:30’da da sağ olsunlar, iki gar polisi tekmeleyerek, tamam tamam abartmayayım ayaklarıyla dürterek uyandırdılar. Sevmiyorum seni Milan! Neyse iyi oldu, zaten bir saate kendim kalkacaktım diyip içimden kendilerine nanik yaptım. Biraz uykulu ve boş gözlerle dolandıktan sonra bavulumu locker’a bırakıp Como trenine gittim.
Macera anlamında anlatacak uzun hikayelerle ayrılmadığım fakat görselliğiyle beni büyüleyen Como Gölü’ne dair söyleyebileceğim her şeye şuradan ulaşabilirsiniz Ben sustum, fotoğraflar konuştu bu kez daha çok.
Como gölü’nü gezdikten sonra akşam yine uyumak için Milan garı’na döndüm. Şehri de sevmiyorsun, garı da, hasta mısın ne demeye Stockholm Sendromu gibi dönüp dönüp duruyorsun buraya diye soranlar olabilir. Haklılar, şimdi bakınca ben de anlamadım. Ne diye her akşam Milan’a gidip durduysam? Vardır ama bir bildiğim o zamanlar da, 24 saat açık gar bulmak mesela kolay mı? Değil.
Gardaki ikinci akşamım nispeten daha huzurlu geçti. Başta McDonalds’ta oturup günlük yazıyordum, sonra arka masalardan iki kızın Türkçe konuştuklarını duyup yanlarına gittim. Onların sabah Venedik’e trenleri varmış, bu yüzden McDonalds’ta sabahlamak niyetindelerdi. Biz sohbet ederken bu sefer de bir görevli gelip McDonalds’ı kapattıklarını söyleyerek bizi kaldırdı. Yok bu Milan garı’nda huzur yok bana! Kızlar sigara içmeye dışarı çıkacaklardı, sonra da dış tarafta yatacak yer arayacaklarını söylediler. Bense fazla dolaşıp durmamak adına önceki gece yattığım yere gidip kıvrıldım tekrar. Tabi ikinci gecemde de aynı saatte gar polisi tarafından uyandırıldım. Alarm mı kurup bekliyorlar mı anlamadım ki. 2 saat oyalandıktan sonra bana hatıra anlamında büyük güzellikler katmasa da deneyim katan ve tek başına gezerken karşılaşabileceğim zorluklar konusunda öğretici davrandığını inkar edemeyeceğim Milan’dan, daha doğrusu garından ayrılıp İsviçre’ye yola çıktım.
05.07.2014