Her hatıram güzeldi Zürih’e dahil, her bir detay cömertti. Zürih’e giden yollar, Zürih’te yağan yağmurlar, Zürih sokaklarında karşıma çıkan Zürihli insanlar ve hatta Zürihsiz insanlar hep birbirinden nazikti. O yüzden Zürih’i sevmek işten bile değildi. Aslında güne Zürih’te yanında kalacağım couchsurfing hostum Luca’nın hava yağmurlu olacak gibi biraz şanssızsın mesajıyla başlamıştım. Ama oldukça şanslı bir gün oldu.
Interlaken’den trenle gelirken tanıştığım, torunu da sırt çantasıyla Avrupa’yı gezdiğinden bana şefkatle bakan teyzeyle istasyona varınca vedalaştım ve çantamı lockera bırakıp başladım gezmeye. Zürih de aslında kendisinden ne bekleyeceğimi bilmediğim şehirlendendi. Hatta interrail rotamı çizerken mesela ne oldu da Bern yerine Zürih’e gitmeyi seçtim, neye göre karar verdim, şu an hala bilmiyorum. Ama yağmurla karşılanmak çok da beklenmedik değildi. İlk durağım uzun bir alışveriş caddesi olan Bahnhof Strasse oldu. Avrupa’nın pek çok yerinde rastladığım gibi burada da tadilata ve yol çalışmasına denk gelmeyi başarmıştım. Biraz yürüdükten sonra Luca’nın tavsiyesine uydum ve Limmat nehrinde gezinen teknelerden birine binip bir süre nehrin üstünde dolandım.
Böylece yağmur devam ederken kendime de bir korunak sağlamış oldum. Tekneden indikten sonraysa sokaklarda rastgele dolanıp durdum, çünkü evlerin renklerine ve mimarilerine, sokakların arnavut kaldırımlı taşlarına, dükkanların tabela ve vitrinlerine bakmaya doyamadım uzunca bir süre. Çevremdeki insanların nezaketine, güler yüzlülüğüne de doyamadım. Sanki herkesin yüzünde Zürih’te olmanın mutluluğu vardı. Sanki çok derinde, ortak bir bilinçte hepimiz hemfikirdik Zürih’in şövalye ruhlu nazik halleri üzerine ve bu konuda uzlaşmış olmanın verdiği tatminkarlık sinmişti birbirimize olan bakışlarımıza.
Lindenhof‘a çıktım şöyle biraz yukarıdan seyredeyim şehri diye. Şehirlerde tepelere çıkma fırsatını hiç geri tepememe gibi bir huyum var işte benim. Saat kulesi olur, seyir terası olur, yüksekte bir mahalle olur. Biraz da sen anlat diye sorasım var hepsine. Lindenhof’a da bu beklentiyle çıktım. Onun anlatacaklarını dinledim Zürih’e dair. Ve güzel şeyler anlattı biliyor musunuz? Gökyüzündeki kara bulutlar yüzünden bir şehre küsmemek, sırf yağmur yağıyor diye, sağa sola kaçışan diğer insanlara uyup da bu şehri kırmamak gerektiğini anlattı.
Lindenhof’tan sonra tripadvisor’ı dinleyip Schipfe‘ye inmeye karar verdim. Schipfe tam da Lindenhof’un altında, nehir kıyısında kalan eski bir mahallenin adıydı. Böylelikle Zürih’i kelimenin tam anlamıyla tepeden tırnağa süzmüş olacaktım. Schipfe’ye giderken köprü üzerinde fotoğraf çekilmek isteyince orada gördüğüm ve (spoiler alert!) daha sonra tekrar karşılaşacağım, hatta Zürih anılarımın en tatlısı olarak hatırlayacağım iki kişiden rica ettim fotoğrafımı çekmelerini. Yaşlı bir Amerikalı kadın ve onun profesyonel fotoğrafçı olan oğluydu bu ikili. Biraz da sohbet ettik kendileriyle, Londra senin Paris benim gezen bu tatlı insanlarla vedalaşıp yoluma devam ettim sonrasında, kısa bir yürüyüşle Schipfe’ye vardım. Burası da en az Lindenhof kadar izlemeye, dinlemeye, dolaşmaya doyamadığım bir kısmı oldu şehrin.
Sırada Zürih’in çokça beğendiğim katedrallerinden biri olan Fraumünster vardı. Fraumünster Zürih’le ilk bakışmanızda en çok dikkatinizi çeken bina olabilir. En azından benim oldu. Şehre kendisinden çok şey katan su götürmez bir güzelliği vardı bu katedralin. Sadece etrafındaki binalardan daha uzun olmasından değil, o günün yağmurlu havasında bulutlara kafa tutarcasına gökyüzüne uzanmış görüntüsünden gelen bir güzellikti. Sanki şehri kasvete boğmaya çalışan kara bulutlara başarıyla direniyordu ve tıpkı direnen her şey gibi güzeldi. İçinin güzelliği dışına yansımış dedirtircesine içeriden de güzeldi. Tavsiyem, içine girip farklı renkteki vitraylarla süslenmiş üç güzel penceresinin güzel bir de fotoğrafını çekin çünkü ben becerememişim.
Fraumünster’den sonra biraz da Bürkliplatz’da dolandım. Sonra nehri geçip Grossmünster‘e yürüdüm ve bizim Amerikalı anne-oğulla tekrar karşılaştım. Zürih’in belki İsviçre için büyük ama benim için küçük bir şehir olmasından ötürü ben pek de şaşırmadım bu duruma. Ama yaşlı teyze öyle böyle şok olmadı. Önce görüşmeyeli uzun zaman oldu nerelerdeydin diye şakalaştıktan sonra inanamıyorum, çok komik diyip durdu. Onlar da o sırada nerede yemek yiyeceklerini konuşuyorlarmış. Kadın, günlerdir tatlı yemekten sıkıldım artık mideme doğru düzgün bir yemek girsin istiyorum, hamburger, hotdog falan diyince bir yandan gülmemek için dudağımı ısırıp bir yandan rehber kitabımda gördüğüm Cafe Odéon’u önerdim. Onlara eşlik etmemi isteyip ısmarlamakta da ısrar ettiler. Başta inat ettiysem de kırmayıp ben de onlara katıldım. 20 CHF’lik hamburgeri yerken kadın bir de bana annene bugün nihayet sağlıklı düzgün beslendiğini söyle de sevinsin demesin mi? Bu Amerikalılar bir alem ya! Yemekten sonra bir de fotoğraf çekinmek istedik, fakat garson Stephen’ın profesyonel kamerasıyla çekemediğinden elimizdeki tek fotoğraf benim telefonumdaki oldu. Stephan’ın kartını aldım onlara atabilmek için. Fakat kartı çantanın içinde kaybettiğimden ancak bir yıl sonra atabildim onlara.
Sonra istasyona gidip Luca’yla buluştum. Luca’nın evi Zürih’in merkezinin dışında Wallisellen diye bir yerdeydi. Akşam yemeği için Luca’nın ev arkadaşlarıyla fırında Spätzle denen bir tür makarna pişirdik ve Brezilya-Almanya yarı-finalini izledik. Şu Almanya’nın 7-1 kazandığı maçı evet. İki kişi dışında hepimiz Almanya’yı tutuyorduk zaten. Ertesi sabah evden Luca’yla birlikte çıktım. O zaten ETH Zürih’te okuyordu. Ben de onunla birlikte gidip okulun terasına yani Polyterrasse‘ye çıktım. Şehre tepeden bakmaya doyamıyordum adeta. Normalde Zürih’te iiki gün kalacaktım fakat bir günde altını üstünü, sağını solunu bitirdiğimden içimde kalmasın diye Innsbruck’a çevirdim dümeni. Hem couchsurfing’den son dakika hostu da bulmuştum. Böylece içimden Zürih’le reverans yaparak vedalaşmak gelse de, onun yerine kendisine Polyterrasse’den son bir bakış atarak tren garına doğru yürüdüm.
09.07.2014