Münih’e gidişim benim için de sürpriz oldu. Hiç beklemiyordum öyle diyeyim. Tamam abartmayayım, geçerken uğrayıp bir geceliğine orada yaşayan kuzenimi ziyaret etmek gibi bir planım vardı , fakat ertesi sabah erkenden ayrılırım diyordum. Öyle şehre özel bir ilgim yoktu anlayacağınız. Hem Münih’in belki de en görülesi organizasyonu Oktoberfest‘in ekimde değil eylülde başladığı bu şehre temmuz ortası gelmek de neydi? Ne olduysa Almanya Brezilya’yı yarı finalde yenince oldu. Dünya Kupası zamanı hazır Avrupa’nın göbeğine kadar gelmişken ve Arjantin’le duygusal bir geçmişim olmasına rağmen finalde Almanya’nın kazanacağına bu kadar inanıyorken o günü başka ülke sınırlarında geçirmem nasıl affedilirdi ki? Böylece maçı Almanya’da izleyebilmek için bir gün öne çektim Münih’e gelişimi. Hatta ertesi günü de bu şehre ayırayım dedim. Tabi rotadan bu standart sapmam karşılığında bugün hala en çok içimde kalmış yerlerden biri olan Hallstatt’ı da feda etmek zorunda kaldım. İyi tarafından bakmaya çalışıyorum yine de. Hallstatt’a kış daha çok yakışıyor zaten, belki bu kış görürüm diye avunuyorum.
Şehre gelince kuzenim beni garda karşıladı. Sonra metroya binip eve geçtik. Evleri şehrin bir hayli dışındaydı, bu yüzden de maç sonrasında oluşacak coşkulu veya duruma göre öfkeli kalabalıktan uzaktı. Yine de maçı evde izleyelim dedik tıklım tıkış bir mekanda ekranı görmeye çalışmak yerine. Tabi benim o akşamki Almandan çok Almancı hallerim karşısında, kazanırsak metroya atlayıp şehrin göbeğine gitmeye kuzenim de eşi de söz verdi. Ne diyebilirim ki? Münih, evinde bulduğunuzu değil umduğunuzu yiyebileceğiniz bir ev sahibi. Beni hayal kırıklığına uğratmadı ve rotadan bu küçük ve spontane sapmamı zaferle taçlandırdı. Maç biter bitmez metroya atladık. Dediğim gibi şehrin neredeyse en dışındaydık ve merkeze doğru yaklaştıkça metro adeta insan seliyle dolmaya başladı. Marşlar, sloganlar, alkışlar, tezahüratlar ve küçük çaplı da olsa bazı yasalarca vandallık sayılabilecek eylemler eşliğinde Odeonsplatz’da metrodan inildi. Yürüyen merdivenlerden meydana çıkarken her yönden metroya atlayıp gelmiş insanların enerjisi ve sabırsızlığı çoktan dışarı taşmaya başlamıştı.
Söz konusu olan ister politik eylem olsun, ister galibiyet kutlaması herkesin aynı anda sokağa döküldüğü durumların garip bir şairaneliği var gözümde. Hal böyle olunca kendimi kalabalığa kaptırmam hiç de zor olmadı. Öte yandan,bir anda tanımadığı insanların gelip sarılmaya başladığı kuzenim bana kıyasla epey sakindi.
En azından fotoğraf çekerken zıplamayı bırakabilirmişim mesela.
Benim olmayan Almancamla marşlara eşlik ettiğim, kuzenim ve eşinin ise daha çok benim heyecanıma güldüğü bir iki saatlik zafer turumuzun sonunda kalabalıktan ayrılıp eve döndük. Zafer bizim olduğuna göre sıra şehri gündüz gözüyle görmeye gelmişti. Bu şehir turumda kuzenim de bana eşlik edecekti. O yüzden ertesi sabah 10’da kalkıp kahvatıdan sonra hemen çıktık. Önce gece tıklım tıklım dolu olan Odeonsplatz’a tekrar gittik. Oradan esas meydan olan Mariansplatz‘a yürüdük.
Eski ve yeni belediye binaları (ki bence yenisi daha güzel), Frauenkirche ve Meryem Ana Sütunu‘nun da bulunduğu bu meydan önceki geceyi aratmayacak derecede kalabalıktı biz gezerken. Meydanda dolaştıktan sonra İngiliz Bahçeleri‘ne gittik. Kuzenimden öğrendiğime göre Münih’te bir de Fransız Bahçeleri varmış. Aralarındaki fark ise İngiliz Bahçeleri’in simetrik olmasıymış. Kendileri aynı zamanda Avrupa’nın en büyük şehir parkı olarak biliniyor.
Simetrik bahçelerimizdeki asimetrik yürüyüşümüzün ardından Olympiapark‘la devam ettik turumuza. Olympiapark, Münih’te 1972 Olimpiyatları için tasarlanmış bir kompleks. Klasik olimpiyat hikayesine dünyanın pek çok şehrinden aşinasınızdır. Olimpiyatları ağırlamaya baş koymuş bir şehirde devlet büyükleri, tek başlarına alışverişe çıkıp sadece bir kez giyecekleri ve hevesleri geçince kenara atacakları bir sürü kıyafet alan ergenlerden farksız olur. Demem o ki, bu tarz kompleksler olimpiyat sonrasında bir daha kullanılmaz ve şehrin bir yanında çürümeye terk edilir. Hem peyzaj hem de sosyolojik açıdan bakınca olimpiyat bir kentin başına gelebilecek en büyük talihsizliklerden de olsa Münih bu işten alnının akıyla çıkmış diyebilirim. En azından Olympiapark misyonunu tamamladıktan sonra şımarıkça kenara atılmamış ve hala kullanılmaya devam ediyor. Alman mühendisliği işin içine girdi diye mi böyle oluyor acaba? Parka tepeden bakmak isterseniz Olypiaturm adlı kuleye de çıkabilirsiniz.
Park çevresinde biraz tur attıktan sonra kulenin tepesine çıkıp şehre baktık. İtiraf ediyorum Münih yukarıdan o kadar da aman aman bir şehir değil. O yüzden bence en iyisi yere yakın kalmak.
Olympiapark’tan kolayca görebileceğiniz üzere BMW Yönetim Binası Olympiapark’a oldukça yakın. İçinde bir de BMW müzesi var. O yüzden buraya da uğramadan dönmedik.
Dönüşte bir de şehrin kalan üç kapısından biri olan Isartor‘u gördük. Tabi bir Ankaralı olarak şehir kapısı diyince tüylerim diken diken oluveriyor, tahmin edin neden?
Akşam için planımız yemeğimizi yanımıza alıp bir Biergarten‘a gitmekti. Biergarten yani bira bahçeleri Almanya’da her şehirde bulabileceğiniz, yemek servis etmeyen, fakat biranızı burdan satın alıp açık havada masalara oturup yudumlayabileceğiniz bir konsept. Fakat biz eve dönüş yolundayken sağanak yağmur başlayınca planımızdan vazgeçmek zorunda kaldık ve yemeği evde yedik. Biergarten da başka bahara kaldı.
Gitmeye fırsat bulamasam da önerebileceğim en önemli yer ise Hofbräuhaus. Kuruluşu taa 1589’da Dük Wilhelm V’in girişimlerine dayanan bu birahane Almanya’nın en ünlü bira evlerinden. Yine anlatılana göre Adolf Hitler ve saz arkadaşlarının uğrak noktalarındanmış burası. Siz sormadan cevaplayayım, meşhur birahane darbesiyle bir alakası yok. Bu başarısız darbe girişiminin başlangıç noktası olan Bürgerbräukeller 1979’da yıkılmış.
Münih’e dair son notlarıma gelecek olursam bira, futbol ve BMW ağırlıklı (stereo)tipik bir Almanya deneyimi arayan herkese umduğundan fazlasını verebilir bu şehir.
14.07.2014