2014’te Interrail yaparken dünya kupası finalini Münih’te izleyebilmek adına rotamdan Hallstatt’ı feda ettiğimden daha önce bahsetmiştim. Bahsetmediğimse Salzburg’u da feda etmem gerektiğiydi. Neden bahsetmedim? Çünkü Salzburg benim için sadece Hallstatt’a giderken uğranacak bir durak, geçiyordum uğradımlık bir kentti. Nerden kimden ne duydum da böyle hissettim bilmiyorum ama benim için olmasa da olur bir yerdi.
Geçtiğimiz hafta, Hallstatt’ı daha fazla ertelememek kararlılığını da sırt çantamın ön gözüne koyarak çıktım yola. 2014’te gitseydim, bu küçük kasabaya Salzburg’dan Interrail biletimle geçecektim. Oysa şimdi ne interrail biletim vardı, ne Salzburg’dan kalkan tur otobüslerine ailemden aldığım harçlığı harcayacak yüzüm, ne Hallstatt’a varana kadar utanmasa devr-i alem yapacak o otobüslere ayıracak vaktim… Bak görüyor musun, Salzburg’a ettiğim bunca haksızlık yetmemiş gibi bir de gelmiş burda hala Tuz Kalesi kent hakkında iki kelam edeceğim yerde Hallstatt’tan bahsedip duruyorum. Ah ben nasıl gönlünü alacağım ki bu kentin? Neyse efendim, olaya lafı uzatarak girme sebebim şu ki aslında hiçbir gerekliliğim olmasa da 2014’teki rotama sadık kalarak Hallstatt’a Salzburg üzerinden gitmeye, bir günümü de Avusturya’nın bu vasat olacağını beklediğim şehrine ayırmaya karar verdim. Vaktim az olduğundan yola aslında olmaması gereken derecede planlı çıktım. Bir gün Salzburg’a, bir gün Hallstatt’a ayırır, bir gün de Lihtanştayn’a geçerim, ordan da otostopla dönerim dedim. Ve işlerin planladığım gibi gitmemesi için trilyonlarca olası sebep varken yine de her şey büyük ölçüde umduğum gibi gitti. Sonra hayata şanssızım diye çemkirmeye kalktığımda ağzıma kürekle vurup hatırlatabileceğiniz günlerdendi.
Bolonya’dan en ucuz otobüsü Innsbruck’a bulduğumdan, bu şehri daha önce gördüğüm halde, rotamı buradan başlattım. Sabah 7 civarı vardım Innsbruck’a ve hiç vakit kaybetmeden otostopa girişeyim dedim. Fakat şehrin içinden uzaklaşıp daha sakin yollara çıkma çabam bir türlü sonuç vermedi ve yürüdüm de yürüdüm, trafik bitmedi. Ara ara yolda benzinliklere denk gelince, benzinlik çıkışlarında 15-20 dakika otostop çekip avucumu yalıyor sonra gene yürüyordum. Daha ilk saatlerden Avusturya’da otostopa olan inancımı kaybetmiştim. Ya da Avusturyalılara. Uzun bekleyişimin sonunda duran ilk aracın şöforünün de Gürcü bir genç olması Avusturyalılarla ilgili kanımı doğrular nitelikteydi. Tarien ya da takma adıyla Tato Avusturya’dan Almanya’ya gidiyordu ve eğer Avusturya’nın haritadaki şekline bakarsanız, Salzburg’a zaten Almanya üstünden gitmenin daha mantıklı olduğunu görebilirdiniz.
Tek sorun şuydu ki Almanya’ya Innsbruck’un kuzeybatısından geçmek Tato için çok daha mantıklıydı. Ama o sırf bana kolaylık olsun diye yolunu uzatıp saatlerce gümrükte bekleyeceğimiz Kufstein sınırından geçmeyi tercih etti. Bu uzun bekleyişin bana kattıkları arasında Tato’nun kekten vodka yapma macerasını dinlemekten tutun kendine sipariş edip yarısını zorla bana yedirdiği pizzaya ya da onu bunu bırakın seyretmeye doyamadığım sanki bana özel Avusturya turundaymışım gibi hissettiren dağ manzaralarına kadar çok şey vardı ne yalan söyleyeyim. Almanya’da Tato’yla vedalaştıktan sonra Salzburg’a gitmem üç araç sürdü. İkisi Bosna-Hersekli olan bu araç sahiplerinin yalnızca biri Avusturyalıydı. Cidden Avusturyalılara inancım kalmamıştı.
Salzburg yolumun son 10 kilometresini birlikte kat ettiğim Avusturyalı abi beni eski şehrin merkezine bıraktığında saat öğlen 2 civarıydı. Planladığımdan çok geç kalmıştım şehre. Sadece sabahtan öğlene değil, üç sene öncesinden bugüne kadar uzanan bir geç kalmışlık kokuyordu üstüm başım. Altı yedi saat civarı bir vaktim oldu Salzburg’u gezmek için. Altı yedi saat durduğun bir şehri gezdim sayıp bir de tutup anlatıyor musun diyebilirsiniz. Siz de şurada şu kadar süre kalmadan orayı gezdim diyemezsincilerden olabilirsiniz. Ziyanı yok. Bir şehri gezerken, şehir kendini tekrara düşene dek, ben o şehirden bıkana dek o şehri tamamen gezmiş hissetmiyorum zaten ben de. Hem zaten baştan yeterince açık olamadım belki ama bu yazı bir Salzburg gezi yazısı değil, Salzburg özür yazısı olmak için kaleme alındı. Çünkü altı saat değil gezmeye, bu kadar geç kalınmış bir şehrin gönlünü almaya bile yeterli bir süre değildi. Altı saat ancak Salzburg’u sevmeye yeterdi. Altı saatte Salzburg’u nasıl sevdim onu anlatacağım o yüzden size.
Salzburg’un eski şehir bölgesinde bir elimde navigasyon sokaklarda yürürken Kapitalplatz’ı bulmam hiç de zor olmadı. Kapitalplatz’a adımımı atar atmaz bunca zaman acele etmeyip de Salzburg’u hep erteleyerek ne büyük hata yaptığımı suratıma çarptı şehir. Ve ne yalan söyleyeyim, Salzburg öyle hatanızı suratınıza vururken çemkiren, tıslayan, tepinen insanlar gibi değil. Aksine, o hiç asaletini bozmadan, tüm güzelliğiyle beni seyrederken, bana hiç hak etmediğim şefkati ve sıcaklığı gösterirken ben kendim hatamı fark edip yerin dibine geçecektim. Ama kendimi Salzburg’un kaldırım taşlarına bile layık göremediğimden geçmedim. Şefkat ve sıcaklık demişken söz sanatı peşinde koşmadığımı da belirteyim. Salzburg kimsenin ekim ayından beklemeyeceği ılıklıkta bir havayla sarıp sarmaladı beni günün her saatinde.
Kapitalplatz
Salzburg’un önemli meydanlarından biri Kapitalplatz, ya da nam-ı diğer Chapter Square. Kaleye çıkmayı düşünüyorsanız ister istemez de yolunuzun geçeceği bir meydan ayrıca. Ben dar bir sokaktan yürürken burası da neymiş ya diyerek çıktım bu meydana. Nerdeyim ki diye merak edenler için de koskocaman altın bir küre koymuşlar sağ olsunlar meydana. Yani daha doğrusu neden koymuşlar hiçbir fikrim yok. İnternette de buna dair pek bir şeye denk gelmedim. Ama altın bir küre tepesinde de dikilmiş size bakan bir adam heykeli görürseniz, bilin ki Kapitalplatz’tasınız.
Salzburg Katedrali
Salzburg’u kısıtlı zamanda gezmem gerekmesine rağmen bir anda plansız programsız kendimi şehrin göbeğinde bulunca ne yöne yürüyeceğimi bilemeden neresi güzel gelirse oraya sürüklendim birkaç saat. Salzburg Katedrali de işte Kapitalplatz’daki altın küreyi fotoğraflamaya yanaşmanız durumunda hemen arkasından size göz kırpacak olan Domplatz’ın içinde. Ben de bu çağrıya kayıtsız kalamadım ve Kapitaalplatz’a göre bu nispeten daha küçük meydana geçtim. Tabi bedava katedral bulmuşken kaçırır mıyım, içini de bir güzel gezdim. Avrupa’da yeterince müze katedral vs. gezmenin bana öğrettiği en önemli şey tavana bakmayı unutmamak oldu. Salzburg Katedrali tavanını mutlaka seyretmeniz gereken şeylerden.
Daha huzurlu veya duruma göre ürpertici bir kilise deneyimi için alt katına da inebilirsiniz. Ayrıca buranın Mozart’ın vaftiz edildiği katedral olduğunun altını çizeyim.
Mirabell Sarayı ve Bahçesi
Aklım ancak Salzburg Katedrali’nden çıkınca başıma geldi de gezilecek yerleri kapanış saatlerine göre sıraya dizmeyi akıl ettim. Öyle olunca da koştur koştur nehri geçip Mirabell Sarayı’na yürüdüm. Saraya vardığımda Marble Hall çoktan kapanmıştı (Akşam 4’te kapanıyor). Ben de onun yerine bahçesini gezmekle yetindim. Bahçeler internette fazlasıyla övülmüş ama Paris’teki Versailles’ın bahçesiyle ya da Lüksemburg Bahçeleri’yle kıyasladığımdan mıdır bilmem bana bir hayli sıradan geldi. Bir de uzun zamandır şehir gezmediğimden dalga dalga gelen turist gruplarıyla baş etmenin zorluğunu unutmuştum, bu bahçede hatırladım. Bu arada saraya da giriş ücretsiz, buraya not düşeyim.
Bahçelerde yarım saatten fazla oyalanmadım ve tekrar nehrin diğer tarafına geçtim. Gitgide her şehre yayılmaya başlayan “aşk kilitleri” temalı köprülerden bir tane de Salzburg’da var. İsmi Makarsteg Köprüsü. Bunları da ilk defa Paris’te Ponts-des-Arts’da gördüğümde sevmiştim ama artık sanırım biraz kabak tadı verdi.
Hohensalzburg Kalesi
Nehri geçtikten sonra, ki böyle söyleyince duyan da yüzerek geçtim sanır, sırada şehrin beni en çok heyecanlandıran yerini yani Hohensalzburg’u görmek vardı. Neden beni en çok burası heyecanlandırıyordu? 1-Çünkü bu bir kaleydi ve kaleleri müzelere, sergilere kıyasla pek bir seviyordum. 2-Şehrin en tepesindeydi ve şehirleri tepeden daha bir seviyordum. Özellikle de güzel şehirleri. Kaleye çıkmak için tekrar Kapitalplatz’a geldim. Önümde iki yol vardı. Teleferikle veya yürüyerek çıkmak. Yürüyerek makul bir sürede ulaşılabilen hiçbir yere araçla ulaşmayı tercih etmediğimden vakit kaybetmeden yürümeye giriştim. O yüzden teleferik fiyatları konusunda bilgi veremiyorum maalesef. Yürüyüş başta biraz göz korkutucu geldiyse de bir başlayınca gerisi çorap söküğü gibi geliverdi. Salzburg manzarasını izleye izleye tepeye vardım. Doymadım bir de tepeden izledim.
Kalenin sadece surları değil içi de gezilebiliyor fakat Ekim başı itibariyle kış tarifesine geçtiklerinden 5’ten sonra kapanıyordu ve buna da yetişemedim. Öte yandan sonradan internetten fotoğraflarına baktığımda pek de bir şey kaçırmış hissetmedim. Zaten yürüyerek tepeye gelip güneş batarken surlardan aşağıyı seyretmek yeterince doyurucu bir deneyimdi.
Bu arada değinmeden geçmeyeyim, kaleye dair en sevdiğim noktalardan biri de son derece temiz ve ücretsiz tuvaletlerinin olmasıydı. Özellikle restoranlarda yemek yemeyen, gece kalacak bir yeri de olmayan bir insan için ücretsiz tuvalet bulmanın önemini anlayamazsınız. Sözde sosyal devletim, refah devletiyim diye geçinen diğer ülkelerin yüzüne çarpmak lazım Salzburg’un bu hizmetini. Gülmeyin arkadaşlar, devrim gerekirse tuvaletten başlayacak.
Getreidegasse Caddesi
Güneş batarken ben de yavaş yavaş kaleden inip şehrin en önemli caddesi olan Getriedegasse Caaddesi’ne yürüdüm. Daha önce de bahsettiğim gibi Mozart’ın şehrindeyiz ve şehrin her yerinde Mozart’a dair bir şey bulmak mümkün. Mozart’ın doğduğu ev de bu cadde üstünde.
Fakat ben içine girmedim. Şehre geç kalmamış olsaydım da girmezdim. Mozart’a bir husumetim olduğumdan değil ha, ama ben hatırladığım kadarıyla tarihi, sanatçı vs. kimsenin evine para verip girmedim. Gerek yok bence. Onun yerine caddedeki binaların renklerine, tabelaların güzelliğine hayran oldum mesela. O daha keyifliydi.
Starbucks’ları bile böyle mesela, gerisini siz düşünün (:
Mozart meydanı
Ee Mozart’ın şehrine geleceksiniz de şehirde Mozart’ın adına bir meydan ortasına da bir Mozart heykeli olmayacak mı sanıyordunuz? Yoo muhtemelen öyle sanmıyordunuz. Zaten ben de sanmıyordum. Zaten vardı da bir meydan ve bir heykel. Gezimin son durağı oldu burası. Hava artık büyük ölçüde kararmıştı. Ama havanın kararması dışında da meydanı günlük sadeliğiyle fotoğraflayamadım çünkü meydana Sınır Tanımayan Doktorlar’ın Help at Close Range adlı sergisi kurulmuştu. Olsun böylesi daha iyiydi. Mozart’a da böylesi yakışırdı.
Kaledeyken gece uyumak için nerelere kıvrılabilirim diye şehirdeki parkları çoktan şöyle bir gözüme kesmiştim. Böylece Mozartplatz’dan ayrıldıktan sonra bir haritamda Volksgarten diğerindeyse Franz-Josef park olarak görünen, her iki türlü de park olduğuna emin olduğum yeşil alana doğru yürüdüm. Duvar dibinde ağaçların arasında görünmeyen bir aralık bulunca da matımı serip tulumumu çıkardım. Salzburg’da ve Avusturya’nın kalanında wild camping illegal olduğundan boş yere çadır kurup riske girmek istememiştim. Zaten yağmur görünmediğinden çok da gerek yoktu. Saate baksanız henüz pek bir erkendi ama ben epey yorgundum.
Hem Salzburg kadar güzel de olsanız eni konu Avrupa şehriyseniz güneşin batmasıyla bir terk edilmişliğe bürünüvermeniz pek bir olasıdır. Ama diyeceğim o ki, zaten bu kadar geç kaldıktan sonra utanmadan bir de akşamları sokaklarının bomboş kalmasını eleştirip de bu şehre toz konduramam. Af dilemeye çalışırken bir anda iyice yüzsüzleşemem. Hem zaten sokaklardan el ayak çekilmese bile, kendime yatacak yer bulmam gerektiğinden, ben çekilecektim havanın kararmasıyla birlikte. O yüzden bırakın da gündüzüne üç sene geç kaldığım bu şehrin gecesinde kaçırabileceğim çok bir hareket olmayışında teselli bulayım.
Uzun lafın kısası, geç kaldım Salzurg, özür dilerim. Hani daha önce okumadığınız için kendinize kızdığınız kitaplar, daha önce dinlemediğinize inanamadığınız şarkılar, daha önce tanışmadığınız için üzüldüğünüz insanlar vardır ya, işte benim de daha önce gitmediğim için kendimi affetmeyeceğim şehirler var artık. Salzburg elbette tek değil bu listede. Ama gitme fırsatım olup da gitmediğim, gitmek için acele bile etmediğim, beklentilerimde bu kadar yanıldığım bir şehre üstüne bir de bu kadar geç kalmışlığım başka yoktur herhalde. Ha bir de, diyebilirsiniz niye daha uzun kalmadın madem. Diyin hatta. Bilmem. Salzburg’un en büyük talihsizliği midir ne Hallstatt’a yakın olmak? Belki biraz bana hak etmediğim kadar iyi davranan bu şehrin yüzüne göğsümü gererek bakamadığımdan, belki çokça da Hallstatt’a bu kadar yaklaşmışken bir kez daha eli boş dönmeyi kaldıramayacak olduğumdan ertesi gün birlikte sessizce birkaç adım yürüdükten sonra bu şehirden ayrıldım. Giderken kendisini de geç bulup erken kaybettiğim insanlarımın yakınına bıraktım.