Orda bir köy var uzakta. Hiçbir asfalt yolun ulaşamadığı bir yerde. Zamanın durduğu bir köy. Tüm sorunların unutulduğu bir köy. Dert sandığımız saçmalıkların önemini yitirdiği, modern toplumun dişlerini henüz bütünüyle geçiremediği bir köy. Anlatmaya çalışırsam sihrinden çalacakmışım gibi geliyor bir yandan. Kelimelere dökmeye kalkarsam hem hissetiklerime hem oranın gerçekliğine (ki ikisinin aslında aynı şey olduklarını bana öğretmiş bir yerden bahsediyorum); anlatmaya çalışmazsam ise size haksızlık olacakmış gibi geliyor.
Cabo Polonio diye bir yer var. Uruguay’ın içinde. Uruguay’ın dışında. Bu dünyada ama dünyanın dışında. Rocha departmanında. Deniz kıyısında. Zamanın kıyısında. Medeniyetin kıyısında. Toplumun kıyısında. Hani yazmıştım ya zamanında Instagram biografime, “Ne içindeyim toplumun, ne de büsbütün dışında.” İşte, ruhuma belki de bu yüzden bu kadar iyi gelen bi şeyler buldum burda.
Kötü haberse dostlar, o köy daha ne kadar orda, uzakta kalacak ben de bilmiyorum. Ne kadar bir şeylerin içine sürüklenmeden, yutulmadan, kıyıdan devam edebilecek hayatına? Çünkü mesafelerin yok olduğu günümüz çağının etkileri çoktandır burada da görülmeye başlamış. Ve Cabo da şimdiden geçmeye başlamış tüm insanlık olarak geçtiğimiz o yollardan. Yani birtakım tavizler vermiş ıssızlığından, özgünlüğünden, ruhundan. Bizim kadar olmasa da o da yutulmaya başlamış toplum tarafından. Bugün, dünden daha az ıssız. Bu yıl geçen yılkinden daha az başka. Yarın bugünden de daha çok yaklaşacak “medeniyet”e. Hatta öyle ki, zaman zaman kendilerine hak versem de çoğu zaman göz devirdiğim “off-the-beaten-path dışında bir yere gidemem” tayfasının, az bilinen rota obsesyonu edinmiş bir grup hippinin çok ana akımlaştı, çok turistik diye burun kıvırmaya şimdiden başladıklarını söyleyebilirim buraya.
Anlayacağınız biraz Küba muhabbetine benziyor Cabo Polonio da. Hep diyorlar ya, Küba’ya gidebiliyorken, Küba hala Küba’yken, değişip her yer gibi olmamışken Küba’ya gidin. Aynen öyle. Bir yandan, Cabo henüz her yer gibi olmamışken, her yer kadar medenileşmemişken Cabo’ya gitmek gerek. Bir yandan da biz Cabo’ya gittikçe, hatta biz Cabo’ya gittiğimiz için, Cabo hızla ruhunu ve sihrini kaybetmeye devam edecek. Boşa dememişler işte, herkes öldürüyor sevdiğini.
Cabo’ya Gitmeye Nasıl Karar Verdim?
Korunmaya çalışılan tüm ıssızlığına rağmen Cabo artık çokça bilinen bir yer olmuş. Çünkü harika bir yeri keşfettikten sonra çeneni kapalı tutmak zordur. Cabo Polonio ile tanışma öykümden bahsedeyim mesela. İlk karşılaşma: Lonely Planet’in Uruguay rehberini okuyordum. Cabo Polonio diye bir yerden bahsetmiş. “Hmm, çok da ilginç anlatmamış ama dursun bir kenarda“.
Başka bir gün, Uruguay’a dair blog postlarını karıştırıyordum. Uruguay’da sahil kıyısında hippilerin yaşadığı, aşırı basit imkanlara sahip bir kasabadan bahsedilmiş. “Oha neresi ki bura, aa aynı yermiş, tamam gidiyorum.”
Özellikle Cabo Polonio üzerine daha fazla araştırma yapayım dediğim diğer bir gün. “Hippilerin yaşadığı, takıldığı bir kasaba diye geldik ama her şey çok sentetik, çok turistik.” demiş blogun biri. Hmm, gitmesek mi o kadar yolu boşa?
Derken yola çıkmışım, seyahatime başlamışım, Eylül sonu falandı. Brezilya’da birilerine rotamdan bahsediyordum. “Aa Cabo Polonio’ya mutlaka git.”
Brezilya’da kıtayı gezen başka gezginlerle tanışmışım başka bir sefer. “Uruguay’a mı gideceksin, Cabo Polonio’ya mutlaka uğra.”
Böyle böyle Paraguay’a geçmişim. Daha acileyetli dertler edinmişim. “Pardon Paraguay’dan Uruguay’a en ucuz geçiş yolu nedir? Feribot çok pahalı da.” “Fiyatları bilmiyorum ama Uruguay’a gidersen Cabo Polonio diye bi yer var kesin git.” Peki teşekkür ettim.
Otostop çekiyorum mesela Uruguay’ın içinde, herkesin ilk sorduğu şey Cabo Polonio’ya gidecek miyim?
Yine bir sabah, uyanmışım, Uruguay’a gideceğime dair story’ler atmaya da başlamışım yavaştan, instagrama baktım, buraları gezmiş bir arkadaştan mesaj, Cabo Polonio’ya git mutlaka. Anlayacağınız son bir iki haftadır aynı hikaye.
“Uruguay’a gitcem, nasıl gitsem?”
“Cabo Polonio’ya da git.”
“Merhaba, Montevideo’ya gitmeye çalışıyorum, sizle gelebilir miyim?”
“Olur ama sonra Cabo Polonio’ya da git.”
“Uruguay’da nereleri gezmeni önerirsiniz?”
“Cabo Polonio’ya kesin git, sihirli bir yer.”
“Uruguay-“
“Cabo Polonio!”
“Uru-“
“Cabo!”
Tamam, gidecem gidecem. Anlayacağınız nasıl bir işse hippisinden milletvekiline herkesi kendine hayran bırakmış bir yerdi Cabo Polonio. Bunu niye anlatıyorum? İnsanlar reklam uğruna bir şeyleri abartmayı, çarpıtmayı seviyor. İlla biri çıkıp da Cabo’yu “Baba ben bir yer keşfettim Uruguay’da, kendimi kum tepelerine atıp kaybolmuşken buldum, ama o kadar ücra, o kadar dış dünyanın bihaber olduğu bir yer ki..” diye anlatmaya kalkacak. İşin aslı pek öyle değil bilin, diye anlatıyorum. Bu tarz çarpıtmalardan hoşlanmadığımdan anlatıyorum. Evet, asfalt yolların erişiminin olmadığı, her isteyenin arabasına atlayıp ulaşamadığı, hostellerinde lokantalarında wifi’nin (şimdilik) bulunmadığı bir yer. Ve yaz sezonu kalabalıkken nasıldır bilmesem de, baharda gittiğimde bana yukarda bahsettiklerimin hepsini hissettirmiş bir yer. Bir tarafta medeniyete karşı her gün devam eden bir savaş, bir direniş var sanki Cabo Polonio’da. Diğer yandan da hepimiz biliyoruz sanki, bu kaybedilecek bir savaş. Bu direniş aslında yalnızca bir erteleyiş. Olsun. Sırf bu erteleyişin hatrına bile bildiğimiz dünyanın ötesinde bir hayat var Cabo Polonio’da. Ama Amerika’yı yeniden keşfetmenin anlamı da yok, Cabo Polonio Güney Amerika’yı az çok gezmiş ve yolu Uruguay’dan geçmiş herkesin bildiği, dilinden de düşürmediği bir yer. “Gringo Rotaları”nın uzağında değil, tam üzerinde bir yer. Hatta sırf insanlar dilinden düşürmüyor diye inadına sevmeyenlerin bile türediği bir yer.
Bir grup insan var ki yukarda da bahsettiğim, kesinlikle fazla turistikleşmiş, fazla tavsiye edilen her yerden nefret edip ölümüne kaçıyorlar. İtiraf ediyorum, başta yapmacık ve şov gibi geliyordu bana bu tarz hareketler. Hala da geliyor doğrusu ara ara. Ama yolda vakit geçirip bu insanları tanıdıkça gerçekten ikna oldum bazen fazla popülerleşmiş yerlerin gerçekten onların kabusu olabildiğine.
Öte yandan ben öyle değilim. Her ne kadar toplumun, kitlelerin her dediğine katılmasam da bu hak verip vermeyeceğimi görmek için zaman zaman dedikleri yoldan da gitmeme engel olmuyor. Ve bazen, inanır mısınız, hakikaten de bir bildikleri oluyor. İşte Cabo Polonio bir bildikleri varmış dediğim yerlerden oldu. Dibinde az da olsa hala bana yetecek kadar sihri kalmış bir yer oldu.
Cabo Polonio Hakkında
Bu kadar izole bir yere insnalar nasıl gelip de yerleşmiş diye sorarak başlamak lazım. Cabo Polonio’nun ismi 1735’te buraya gelirken batan İspanyol gemisi El Polonio’dan geliyor. Bu, Cabo’nun dalgalar arasına gizlenmiş kayalıklarının ilk batırdığı gemi de değil. Nihayet, 1881’de İspanyollar Cabo’nun meşhur deniz fenerini inşa etmişler kazaları azaltmak için. Deniz fenerinin gelişiyle buraya tamamen plansız, dağınık biçimde yerleşen nüfus da zamanla artmaya başlamış. 2009’daysa burdaki ekosistemi korumak amacıyla buraya Milli Park statüsü verilmiş.
Cabo Polonio’da 2011 nüfus sayımına göre nüfus 95. Evlerin bir kısmının elektriği yok. Bir kısmı güneş enerjisi kullanıyor. Wifi yok. Su genelde kuyulardan çekiliyor. Yağmur suyunu biriktirmek de bir diğer yöntem. Köyde sadece bir market, daha doğrusu bakkal var. Normalde pos cihazının bulunmadığı, kartların geçmediği yer olarak bilinse de artık durum pek öyle değil. Restoranlarda kart geçmee başlamış. Ayrıca konaklama için kart kabul eden bir hostel kazık kadar visa tabelasını köyün her yerinden görülecek bir yüksekliğe çakmayı ihmal etmemiş.
Cabo Polonio’da Konaklama
Cabo Polonio’da couchsurfing kullanan çok fazla insan bulamadım, bulduklarım da en son aylar önce çevrimiçi olduğundan mesaj atıp şansımı denemedim. Couchsurfing hesabı olan ve couchsurferları daha indirimli fiyata misafir eden birkaç hostele denk geldim. Bir tanesiyle, Lobo Hostel ile üç gece için 600 pesoya anlaşmıştım hatta. Normalde fiyatı bir gecelik 450’ydi. Fakat ben söylediğim tarihten geç varınca, hostele de talep olunca benim yatağı da satmışlardı haliyle. Ben de Cabo’nun karşıma çıkardıklarını takip ettim onun yerine. Ben daha Cabo’ya varmadan Valizas adlı bir köydeyken tanıştığım Fran, saçmalama hostelde ne yapacaksın, benim orda Cuchi diye bir arkadaşım var, kime sorsan tanır, onu bul o yardımcı olur demişti. Fran’ı çok ciddiye almasam da bu ismi bir kenara not etmemin ne kadar işime yarayacağını birkaç gün sonra görecektim.
Cabo Polonio’ya Ulaşım
Gelelim işin civcivli kısmına. Cabo Polonio’ya ulaşım kolay değil. Zaten ulaşım kolay olsa, Cabo Polonio Cabo Polonio olmazmış, şimdiye kadar anlattıklarımdan bu kadarını anlamışsınızdır. Hatta ulaşım zorken bile Cabo Polonio Cabo Polonio olarak kalmakta epey güçlük çekiyor, onu da anlamışsınızdır. Gitgide daha çok turist geliyot. Gitgide daha çok Uruguaylı tatillerde buraya kaçıyor. Gitgide daha fazla hostel açılıyor. Restoran fiyatları her sene daha da kabarıyor. Tüm bunlara rağmen 2018’in sonbaharında gittiğim haliyle Cabo gördüğüm her şeyden farklıydı. Umarım hiçbir gün “şimdi artık sen de herkes gibisin” derken bulmayız kendimizi.
Ulaşımın en kolay ve turistik yolu Montevideo’dan otobüslerle Ruta 10 boyunca devam edip parkın girişine gelmek ve burdan 4×4 kamyonetlerle devam etmek. Kamyonetlerin saatleri internette mevcut. 2018 itibariyle gidiş-dönüş fiyatı 210 Uruguay pesosu. İnternet sitesinde tek yön alınmıyor dense de alabilmiş insanlar tanıdım. Yani bu yoldan gelip farklı bir yolla da çıkabilirsiniz.
Alternatif bir yöntem parkın girişinden itibaren yürümek. 7 km ama epey inişli çıkışlı bir yol. Bunu yapmaya kalkmış Belçikalı bir çiftle tanışmıştım. Şanslarına yolda Cabo Poloniolu biri görüp arabasına almış bunları. Resmi herhangi bir dökümandan okumadım ama anladığım kadarıyla Cabo Polonio’da ikamet eden halkın parkın içerisinde arabayla dolaşmaya izni var çünkü evlerin önünde araba gördüğüm oldu çokça.
Üçüncü yöntemse sırt çantalı gezginlerce sık tercih edilen Valizas-Cabo yürüyüşü. Sırf yürüyüşün hatrına bile seçilesi bir yol. Valizas Rocha departmanındaki bir başka sakin kasaba. Cabo Polonio’nun 8 km kadar doğusunda. Arroyo dedikleri nehri 50 peso’ya geçmek dışında herhangi bir masrafı olmayan bir yol. Benim hem gidiş hem dönüşte tercih ettiğim yol.
Barra de Valizas
Yeri gelmişken 4 gecemi geçirdiğim Valizas’tan bahsedeyim o halde. Valizas ulaşım açısından Cabo’dan daha işlek, wifi bankamatik gibi imkanlara Cabo’dan daha sahip bir yer. Yani öyle diyorlar. Açıkçası Cabo Polonio yeri gereği daha izole olsa da bana Valizas daha tenha gelmişti. Sanırım bunun sebebi Valizas’ın merkezinde değil sahilinde konaklamış olmam. Sahilde yalnızca üç beş ev vardı çünkü.
Valizas’a Montevideo’dan otostopla aynı gün vardım. Ama vardığımda baya sağanak yağmurlar atlatmış, daha doğrusu atlatamamış ve sırılsıklamdım. Couchsurfing’den iletişime geçtiğim Viviana’nın yazın hostel olarak işlettiği, diğer mevsimlerde gönüllü çalışma karşılığında couchsurferları ağırladığı evinin yanında çadır kuracaktım normalde. Ama Vivi o fırtınada beni dışarı bırakmadı, üst kattaki yataklardan birini hazırladı bana.
Valizas’ı o kadar sevince ertesi gün direkt Cabo’ya geçmek yerine bir gün daha kaldım. Hatta Cabo’dan döndükten sonra da bir gün kalıp Vivi’ye elimden geldiğince yardım ettim. Diğer gönüllülerle birlikte müzikler ve şarkılar eşliğinde yemek yaptığımız, sahilde yürüdüğümüz, öğle uykularına yattığımız dört gün geçirdik.
Cabo’da Üç Gün
Perşembe sabahı nihayet Valizas’tan ayrılıp Cabo Polonio yürüyüşüme başladım. 1 senelik seyahate çıktığımdan beri öyle erken kalkıp yol alayım triplerini bıraktım, canım ne zaman isterse o zaman kalkıp yol alıyorum, çok da güzel oluyor. Sabahtan gideyim de, öğlen güneşine kalmayayım gibi dertlerim de yok. Günün hangi saati denk gelirse o saatinde yürüyorum.
11 gibi başladım Cabo’ya yürümeye. Sandalla nehri geçtikten sonra iki seçenek var önünüzde. Kıyıdan kıyıdan devam etmek ya da kestirmeden ama kum tepelerini aşarak gitmek. İlkini seçerseniz 3-3,5; ikinciyi seçerseniz 2 saatte falan varacağınızı söylüyorlar. Ben ikinciyi seçip 3,5 saatte vardım. Belki haritada işaretli bir yol olmadığından ve sadece google maps’i pusula gibi kullanarak Cabo’ya varmaya çalıştığımdan biraz kaybolmuşumdur. Belki de eşyalarımın yarısını Vivi’nin evinde bırakmış olsam da hala 8 kilo falan taşıyorum diyedir. Ama kum tepeleri o kadar hoşuma gitti ki dönüşte de aynı yolu seçtim.
İlk tepeyi aştıktan sonrası nispeten daha kolaydı. İlk 2 saatten sonra Cabo görünüp de kaybolma riskim ortadan kalkınca daha da rahat yürüdüm kalan yolu. Nihayet sahilden gelen yola birleştiğimde 4×4 kamyonların geldiği istasyonu fark etmem uzun zaman almadı. Kamyonun üst katından yer kapıp da kum tepelerini kamyonla aşarak Cabo’ya varmak da aslında epey havalı bir deneyim olurmuş, onu fark ettim.
O sırada kamyondan inmiş yürüyen iki kişi seslendi bana. Tanıştık. Remy ve Leanne. Sen buraya Montevideo’dan otostopla mı geldin, iki gün önce gördük sanki seni dediler. Meğer otostop çektikleri araba yanımdan geçmiş. Benim Valizas’ta geçirdiğim süreyi onlar Paloma’da geçirmiş ve nihayet aynı gün Cabo Polonio’ya varmışız. Çadır kurabilecekleri bir yer arıyorlardı. Çadırımı nasılsa yasak diye Valizas’ta bıraksam da ben de tulumumla dışarda yatmayı planlıyordum. O yüzden onlara dahil oldum. Cabo’daki herkes “kesinlikle yasak” dese de daha önce diğer gezginlerden de duyduğum gibi birilerinin çadır kurduğunuzu fark etme ihtimali hakikaten çok da yok. Ben yasak olmasının dışında, nasılsa hava güzel, ne taşıycam diye de çadırımı getirmemiştim ama etrafta yanına çadır kurulabilecek boş, terk edilmiş, kullanılmayan çokça ev vardı. Onlardan birini hem rüzgarı kesmek, hem çadırınızı kamufle etmek için kullanabilirsiniz.
Biz deniz fenerine en yakın konumdaki, eski beyaz bir evi kestik gözümüze yanında kamp yapmak için. Sonra merkeze bir şeyler yemeye döndük. Çok fazla restoran olmadığından fiyatlar hemen hemen aynıydı. Rocha’yla özdeşlemiş bir lezzet olan Bunuelos de Algas’ı denedim burada, Uruguay’ın en unutamadığım lezzeti olacaktı kendisi sonrasında.
Yemekten sonra Cabo’daki tek marketten şarap alıp sahile gittik ve ateş yaktık. Gün içinde ard arda gelen kamyonlardan inen insanları, daracık alanda fazla dip dibe bulduğum evleri izlerken çok da yakalayamamıştım aradığım ıssızlığı. Herkes yerine yerleşip de güneşi batırırken fark ettim aslında evlerin ne kadar boş olduğunu, bizim ne kadar az olduğumuzu, köyün ne kadar güzel olduğunu ve herkese yetecek kadar yalnızlık kaldığını.
Güneş batarken hava epey bir soğudu ve ben yanımda çadır veya daha fazla kışlık kıyafet getirmemenin pişmanlığına bürünmeye başladım ufaktan. Ateşin yanından kalkıp yürüme fikri bile gözümü korkutuyordu çünkü. O arada, Leanne ve Remy düşüncelerimi duymuş gibi istersen sen de bu gece bizle çadır da kal, dediler. Acaba sesli mi düşündüm diyeceğim ama herhalde sesli ve fransızca düşünüş olamazdım. Çadırın içinde üç kişilik solunumdan elde edeceğimiz ısıyı da hesaba katınca fazla naz yapamadım ne yalan söyleyeyim.
Karanlıkta yürüme konusunda kötünün de kötüsü olduğumdan dönüş yolunda epey yardım etmeleri gerekti bana. Sadece benim yavaşlığımdan değil, iki adımda bir durup ağzımız açık yıldızlara bakmaktan da bir hayli vakit aldı çadır kuracağımız yeri yeniden bulmak. Ama ancak o an orda olsanız bizi anlardınız. Daha önce hava kirliliğinden kaçıp göğe baktığım çok oldu, hatta İsviçre’de dağ tepesinde yıldız izlemişliğim var, ama yıldızları hiç bu kadar yakından gördüğümü hatırlamıyorum. Tabiri caizse “oha, ağzıma girseydiniz” diyecek kadar.
Ertesi sabah uyanıp eşyaları, çadırı falan topladıktan sonra dört beş saat sırtımızı evin duvarlarına yaslayıp etrafa baktık konuşmadan. Arada bir uyuyup tekrar uyanıyor, yalnızca önümüzden geçen insanlara selam vermek için ağzımızı açıyorduk. Hiçbir şey yapmamanın ne kadar ciddi ve önemli bir iş olduğunu sanki ilk kez keşfediyordum. Gözümüzü her açışımızda gökyüzü ayrı bir hal alıyor, bulutlar her defasında “vaov” üstüne “vaov” dedirtiyordu. Edebiyat hep aynı gökyüzüne bakma, aynı göğü paylaşma romantizmi üzerine kurulu olsa da, Uruguay’daki her geçen günümde buranın dünyada başka hiçbir yerle paylaşmadığı apayrı bir göğü olduğuna dair inancım artıkça artıyordu.
Nihayet yattığımız yerden kalktığımızda tek sebebi başka bir manzara bulup onun karşısında uzanmaktı. Böylece, burnun öteki tarafına dolanıp dün rüzgarlı diye görmediğimiz plaja gittik. Ve tahmin ettiğimiz gibi yine saatlerce oturup izlenesi bir manzarayla karşılaştık. Hava yüzmek için belki soğuktu, mevsim Cabo’ya gelmek için erken; ama etraftaki tüm o dinginlik bana zamanlamamın doğru olduğunu söylüyordu.
Öğleden sonra Leanne ve Remy’yi Valizas’a uğurladım. Ben Cabo’ya henüz doymamıştım. Onlara Valizas’a giden yolu tarif ettikten sonra -ki çok da tarif edilecek bir şey yok, karşına medeniyet namına bir şeyler çıkıncaya kadar hiçliğin ortasında yürüyorsun işte- vedalaştık. Onlar gittikten sonra ben gece yine aynı yerde tulumumla uyurum, en fazla biraz daha serin olur diye düşünmüştüm. Ama evdeki hesap çarşıya hiç uymadı. Sağanak yağmur ve fırtına başladı. Ben de Fran’ın dediğini hatırlayıp insanlara Cuchi’nin evini sordum. Hakikaten de herkes biliyordu, sora sora evi buldum. Ev boş görünüyordu ama kapı açıktı. İçeri girip seslendim, ama evde yalnızca bir köpek vardı. Biraz oturup bekleyeyim dedim. O arada bir kadın geldi. Tanıştık. Claudia’ymış adı. Burda kalıyormuş. Cuchi’nin Montevideo’da olduğunu söyleyip onu nerden tanıdığımı sordu. Durumumu anlatıp bana yardım edebileceğini umduğumu söyledim. Bir yatak daha var boşta, kal burda, bence sorun olmaz, ama Cuchi’nin bir arkadaşı var o yokken evle ilgilenen, istersen ona da bir sorarım dedi. Tamam dedim. Sen takıl buralarda, ben karşıdaki hostelde oturuyorum şimdilik diyip gitti.
Claudia’nın dönmesini beklerken, çok sevdiğim fırtına ve gök gürültüsü sesleri eşliğinde uyuyakalmışım. Uyanıp Claudia’yı yanında iki kişiyle daha birlikte karşımda görünce üç ayı masalından bir sahnede gibi hissettim kendimi. İçlerinden adını hatırlayamadığım ama Cuchi’nin evi emanet ettiği arkadaşı olan kişi, tabi ki burda kalabilirsin ama birazdan buraya başka arkadaşlar da gelecek, bir şeyler içeceğiz, epey gürültü olacak, istersen dış tarafta ranzalı bir oda var oraya geç dedi. Bahsettiği odayı gelirken görmüştüm, rüzgara epey açıktı. Hem zaten saat de daha 9 falandı. O yüzden içerde kalıp onlara katılmayı seçtim.
Hakikaten bir saate 9-10 kişi falan olduk evde. 2 kişi dışında kimse Uruguaylı değildi. Muhtemelen çoğu benim gibi tanışmıştı Cuchi’yle. Hatta gece Cuchi’yi arayıp hep bir ağızdan evine ne kadar iyi bakıldığını anlatan bağrışmalı telefon konuşmaları bile yaşandı. Bira, şarap, caña, tekila… Ne varsa paylaştık. Hatta bir de bolca, ama bayağı bolca, kumlu bir makarna yaptık şömine ateşinde. İnsanlar dağılmaya başladıktan sonra üç kişi kaldık evde. Claudia, ben ve evden sorumlu sayılan diğer arkadaş. Ben ikinci yatağa çoktan yayılmış olduğumdan, yer yatağı hazırladı kendisine. Ortalığı ertesi sabah toplarız diyerek uyuduk hepimiz.
Sabah uyanınca ben bulaşıklara giriştim. Bulaşıkları evin dışında bir tezgahın üstünde yıkıyorduk. Karşımdaki manzarayla birleşince kendimi fairy bulaşık festivalinde falan gibi de hissettim. Cabo Polonio’ya ilk geldiğimde hissedemediğim ama gitgide kendimi kaptırdığım ruhu vardı ya bu yerin, işte en çok sabah bulaşık yıkarken Cuchi’nin gece tanıştığım arkadaşlarından biri günaydın diyip önümden geçtiğinde ve kendimi ilk kez bu kadar Cabo’lu hissettiğimde üzerime çöküverdi sonsuza kadar burada yaşayamayacak olmanın ağırlığı. Sonsuza kadar yaşamayı bırak, birkaç saate gidecek olmanın hatta.
Ben bir tatlı huzur almaya gittim, Cabo çok daha fazlasını verdi, üstü kaldı…