Death Road, Camino de la Muerte, North Yungas Road ya da Ölüm Yolu La Paz’dan La Paz’ın 56 km kuzeydoğusundaki Coroico’ya uzanan bir yol. La Paz’ı ülkenin Yungas Bölgesi’ne bağlıyor. La Paz’ın ve Bolivya’nın olmasa olmaz aktivitelerinden. Bir tarafınızda yemyeşil uçurum manzaraları size eşlik ederken bu yolda bisiklet sürmek öyle eşsiz bir deneyim ki ben de eksik kalmayayım dedim. İyi halt ettim. Daha İstanbul’dayken arkadaşlarla videolarını izleyip çığlıklar atıyordum bu yolun. Videosuna bakamadığım yola çıkmak benim neyimeyse!
Ölüm Yolu Hakkında
1930’da Paraguaylı savaş tutsaklarına inşa ettirilen ve 1995’te Inter-American Development Bank tarafından “Dünyanın en tehlikeli yolu” ilan edilen bu yolun özellikle 50 millik zorlu bir kısmı var ki, 2006 yılında açıklanan bir istatistiğe göre, yılda yaklaşık 200-300 insan ölüyormuş eskiden. Yine aynı habere göre yılda 25 araç aşağı yuvarlanmaktaymış.
Bu yol 1990’lardan beri epey gözde bir turist aktivitesi. La Paz’da buraya turlar düzenleyen bir doku acenta var haliyle. Önce La Cumbre’nin tepesine, 4.600 metre yüksekliğe kadar minibüsle çıklıyor ve sonra 1.200 metreye kadar bisikletle iniliyor. Önceden Coroico’da sona eren bu aktivite anladığım kadarıyla Coroico otoritelerinin yüksek giriş ücreti kesmeye başlaması sonrasında Yolosa’yı bitiş noktası olarak seçmeye karar vermiş.
Yolun büyükçe bir kısmı yalnızca tek aracın sığacağı genişlikte. Yağmur mevsimi olan Kasım-Mart arasında yağmur ve sis görüşü epey azaltabiliyor ve su birikintileri ve çamurlar da yolu ekstra zorlaştırabiliyor. 2006’dan itibaren Yungas Yolu kısmen iyileştirilmiş, modernleştirilmiş ve Chusquipata ve Yolosa arasındaki en tehlikeli kısımlardan birini bypass geçen yeni bir yol inşa edilmiş. Günümüzde araçlar bu yolu kullandığından orijinal Ölüm Yolu’ndaki trafik epey azalmış ve meydan daha çok bizim gibi aklını peynir ekmekle yiyenlere kalmış. Acentalar günümüzde hala yılda 2-3 bisikletlinin öldüğünü söylüyor. Benim sakarlığımda biri için hayli ürpertici bir rakam.
Hangi Acentayı Seçmeli?
İnternette araştırdığımda en uygun fiyatların 80 dolardan başladığını okumuş, küçük kalp çarpıntıları yaşamıştım. Kim uyduruyor bunları bilmiyorum ama fiyat sormak için pek çok acentayla görüştüm ve hiçbirinde en kaliteli bisiklet için bile bu kadar uçuk bir fiyat verildiğini görmedim.
Genelde bu aktivite için söylenen cümle klişe ve sabittir. “En pahalı en iyi anlamına gelmez, ama tehlikeli bir yol olduğu için de en ucuza kaçmamalısınız.” Turların hepsi neredeyse aynı paketi kapsıyor. Aynı yerden başlıyorsunuz, grubun arkasından bir minibüs sizi takip ediyor, kahvaltı için muz ve çikolata gibi atıştırmalıklar veriyorlar. Devamında yine birkaç atıştırmalık var. Önünüzde bir rehber gidiyor. Ara ara fotoğrafınızı çekiyor. Yolun sonunda Yolasa’da bir otele götürülüyorsunuz. Orada açık büfe öğle yemeği ve havuz keyfi var. Sonra da minibüse atlayıp La Paz’a geri dönüyorsunuz. Genelde en itibarlı ve güvenli kabul edilen iki acenta var: Gravity ve Baracuda Biking. Yüksek fiyatlı birkaç acenta tüm programlarımız aynı evet, o yüzden fiyat farkı sadece bisikletlerden, bizim bisikletlerimiz daha kaliteli diye ısrar etti.
Umursamadım açıkçası. Gittim en ucuz acentanın en ucuz bisikleti için anlaştım. Tabi bunda hostum Harry’nin daha önce üç dört kez bu acentayla, El Solario’yla Ölüm Yolu’na gidip sağ dönmüş olması da etkili oldu. Genelde acentaların en ucuz bisiklet için verdikleri fiyat 320-350 Boliviano arasında oynuyor. Ve bu fiyat 50 Boliviano’luk giriş ücretini kapsamıyor. Evet bir de ödemeniz gereken giriş ücreti var. Oysa El Solario en ucuz bisiklet için giriş ücreti dahil olmak üzere 320 istiyordu. Üstüne bir de “I survived the death road” baskılı tişörtlerden istemediğimi söyleyince 300 Boliviano’ya anlaştık. Yanlış anlamayın, şu an daha iyi fark ediyorum, Ölüm Yolu’ndan sağ çıkmak en azından benim kendi hayatım için büyük bir olay. Öyle olunca bunu belgeleyen bir tişört kesinlikle güzel olabilirmiş. Ben düz yolda yürürken kendi ayağına takılıp düşen bir insanım ne de olsa. Ama tişörtler hem kesim olarak çirkin, baskıları dandikti. Hem de çantamda yeterince tişörtüm zaten vardı. O yüzden bu kararımdan pişman değilim.
Yola Çıkıyoruz…
Sabah önceki gün anlaştığımız gibi Maria Auxiliadora Kilisesi’nin önünden aldılar beni. Merkeze geldiğimizde ekibin kalanı bindi minibüse. 5 Arjantinli ve epey fit çocuğu karşımda görünce ciddi anlamda gözüm korktu (Arjantinlilere ne kadar bayılsam da). Ekibin ayak bağının ben olacağım kesinleşmişti çünkü. Aralarından birkaçı beden eğitimi mezunuymuş o derece! Çocukların “adrenalini sever misin” sorusuna “hayatta kaldığım sürece evet” dememin üstüne onların her altı kişiden biri aşağı düşüyormuş esprisi yapması da pek yardımcı olmadı. Epey psikolojik baskı hissedeceğim herhalde diye düşündüm. Oysa, günün sonunda endişelerim tabi ki yersiz çıkacaktı. Ve başta gözümü korkutan bu beş adam, günün sonuna geldiğimizde yolu tamamlayabilmemi sağlayan en büyük moral kaynağıma dönüşecekti.
Başlama noktasına geldiğimizde hava epey soğuktu. Hafiften yağmur vardı ve sisten aşağısı görünmüyordu. Ekipmanları giymeye başladığımızda ilk fark ettiğim şey dizliklerin bana aşırı bol geldiği ve sürekli bacağımdan kaydığıydı. Evet, yağmur ve sisten dolayı en tehlikeli sayılan mevsimde, şehirdeki en ucuz şirketle, sadece ön süspansiyonu olan dandik bir bisikletle -ki süspansiyonun ne olduğunu ya da ne işe yaradığını hala bilmiyorum, benim için bisikletin arka süspansiyonunun olmamasıyla uçağın sağ phalangee’sinin olmaması arasında hiçbir fark yok- Ölüm Yolu’na gelmem yetmezmiş gibi bir de dizliklerim tutmuyordu. Birkaç saat sonra dizlerim de muhtemelen tutmayacaktı. Doğrusu ölmek için gerekli her şey mevcuttu ama insan ölmeyince ölmüyordu demek. Gerçi ne kadar ölmemiştim, o da hala tartışılır.
Rehberimiz bize yol hakkında bilgi vermeye başladı. O sırada tek derdim sağı solu çekmek olduğundan pek de dinlemedim. Nasılsa sırası geldiğinde herkes napıyorsa onu yapsam yeterdi. Tek aklımda kalan araçların sağından geçmemek gerektiği oldu. Ayrıca çok hızlı gitmeyin, bu bir yarış değil uyarısını yaptıktan sonra çok yavaş da gitmeyin, çok yavaş geliyorsanız korkuyorsunuz ya da bisiklet sürmeyi bilmiyorsunuz anlamına gelir ve o durumda size önerim bisikleti bırakıp minibüse atlamanız ve yola öyle devam etmenizdir dedi. İşte bu son cümle bende gün boyu aklımdan çıkmayan bir travma olacaktı da haberi yoktu. Çok mu yavaşım, ne kadar yavaşım, kabul edilebilir mi yavaşım yoksa devam etmeyi hak etmiyor muyum? Acaba birazdan bana sen minibüse bin mi diyecekler? Parasını ödediğim bir aktivitede bunu yapabilirler mi? Grubun çok arkasında kaldım, bisiklet sürmeyi mi bilmiyorum? Yoksa bu korktuğumu mu gösteriyor? Canım sol tarafımız biraz uçurum da, kusura bakmazsanız azıcık korkuyorum evet. Gün boyu kafamda bu deli sorular devam edecekti.
Birkaç gün önce katıldığım La Paz şehir turunda, Death Road’da pedal çevirmeye başlamadan önce tur acentalarının tam tepede gezginlere birer saf alkol shot attırdıklarını duymuştum. Fakat bunu içerek başlama sebebi düşündüğünüz gibi insana cesaret gelmesi falan değil. Andlarda yaşayan insanların İnka İmparatorluğu’ndan beri en önemli Tanrıları olan ve hala da inandıkları Pachamama’ya bir ikram sunarak, onun iznini, kutsamasını almak. Ve tahmin edin ne oldu? Kimse bize saf alkol falan ikram etmedi! Pachamama bizi kutsamayacak mıydı, deli misiniz, ölelim mi yani?
Neyse tepede fotoğraf çekildikten sonra bir anda tüm grup pedallara asılınca bu serzenişlerimden de sıyrıldım. Ben daha bisikletin dengesi iyi mi onu kontrol ediyordum yahu. Durun nereye gidiyorsunuz? Belki başka bisiklet isteyecektim. Bunların hiçbirini demeye kalmadan mecburen düştüm peşlerine. Yolun ilk kısmını asfaltta, araç trafiğiyle birlikte kat edecektik. En arkadaki kişiyle bile aramdaki mesafe o kadar açılmıştı ki yol kıvrılarak gittiğinden grubu tamamen kaybetmiştim. “Sakin ol, tabi ki seni bi yerde bekleyecekler.” “Sakin ol, tabi ki seni bi yerde bekleyecekler.” Hah işte oradalar, beni bir yerde bekliyorlar. Holaa, diyerek yanlarına vardığımda rehberimiz grubun gerisinde kalırsan sakın panik yapma ya da hızlanmak zorunda hissetme, biz seni bekleriz dedi. Yav madem öyleydi niye gerdin hocam beni başta? Üstüne gruptaki Arjantinlilerden biri olan Ramiro “O geride kalmadı ki bize göre çok geç başladı ben gördüm” demesin mi? Ya ben seni yerim.
Hem rehbere hem çocuklara biraz daha ısınmanın verdiği rahatlıkla yola devam ettim. Ve hakikaten aynı anda başladığımız için bu sefer hep birlikte aynı anda, yan yana tamamladık yolun bu kısmını. Normalde asfaltta sürmek epey rahat olsa da aşırı hızlanan yağmur gözümüzün içine içine yağdığından gözümüz kapalı yol aldık epeyce bir süre. O sırada trafik de akmaya devam ediyordu aynen. Yolda karşımıza çıkan bir tünelin dışından dolaşıp da biraz daha pedal çevirdikten sonra yolun birinci kısmını tamamlamıştık artık. Ve durduğumuzda hepimizin gözleri kıpkırmızıydı. Buradan sonrası iniş değil yokuştu. Eskiden burayı da bisikletle kat ederlermiş ama artık programda değişiklik yapılmış. Bisikletleri minibüse yükleyip biz de bindik. Minibüste fotoğraflar, videolar, storyler çekerken bu çektiklerimin hepsinin günün sonunda buhar olup uçacağını nerden bilebilirdim?
İkinci Kısım: O shot’ı atmalıydık
Yolun ilk kısmını herkesle kafa kafaya bitirince biraz umutlandım doğrusu. Belki de gerçekten yavaş falan değildim, belki grubun en zayıf halkası değildim. Çok sürmeden anladık ama, öyleymişim. Bunu keşfetmem için ikinci kısma adım atmamız yetti. Yolun ikinci kısmından itibaren asfalt falan yoktu. Solunuza nefis uçurum manzaralarını alıp tamamen taş-topraktan oluşan saçma bir zemin üstünde devam ediyordunuz pedallamaya.
Size yemin ederim bu kısımdan itibaren maksimum üç kere falan pedala basmışımdır. Günün kalanında bir daha bacaklarımı kullanmadım desem yeridir. Ya da en azından pedal çevirmek için kullanmadım. Bisikleti sabit tutmaya çalışırken kaslarım epey bir geriliyordu yine de. Fakat asıl sorun ellerimdeki ağrıydı. Yine yolun bu kısmından itibaren freni bıraktığım tek bir an bile hatırlamıyorum. Ve sürekli frene asılmak artık o kadar zor gelmeye başlamıştı ki… Yahu ben gene kadınların çoğuna nazaran büyük, uzun ellere sahibim. Minik elli insanlar nasıl tutacak bu frenleri? Şart mıydı bu kadar büyük yapmanız o açıklığı? Ayrıca yine insanlığın çoğuna göre epey ince kollara sahibim. Yeni tanıştığım insanların ilk yaptıkları şey tek elleriyle iki bileğimi kavramak oluyor. Nasıl taşısındı o kollar yol boyu beni? İşin kötüsü kollarımdaki ağırlık artmasın diye bisikletin selesini de yükseltemiyordum. O da işimi zorlaştırıyordu.
Grubun epey gerisinde kalmıştım fakat gruptakilerden biri, Mariano hem herkese sonradan atmak üzere video çekmek için yavaş gidiyor hem de arada beni kolaçan ediyordu. Manzara nefes kesici bir hal almaya başladığında fotoğraf çekmek için durdum. Ve o an telefonum son dönemde, çakma ekran taktırdığımdan beri, sık sık yaptığı gibi kapanmaya karar verdi. Hep yaptığı bir şey olduğundan pek ciddiye almadım. Neyse ki Mariano birkaç fotoğrafımı çekip bana sonra yollayabileceğini söyledi. Diğerlerine yetiştiğimizde toplu fotoğraf çekinmek için bizi bekliyorlardı.
Buradan sonraysa Mariano’nun da epey gerisinde kalarak devam ettim yola. Hatta bir ara ensemde bir minibüs motoru hissedince epey gerildim. Baktım böyle olmayacak geçebilsin diye kenara çektim. O da durdu. O zaman bunun bizim minibüs olduğunu ve zaten temposunu en arkadakine yani bana göre ayarladığınu fark ettim. Her ne kadar dibimde minibüsün sesiyle epey panik yapsam da ya da şöfor birazdan sen beceremiyorsun galiba diye bağırıp beni içeri çağıracak diye korksam da el mahkum dip dibe devam ettik yola.
Tekrar gruba yetiştiğimde rehberimiz yolun bir sonraki etabıyla ilgili briefing veriyordu. Epey tehlikeli bir kısma geldik, burdan itibaren dikkat etmeniz gerek dedi. Burdan önce dikkat etmemiz gerekmiyor muydu, pardon? Bana nasıl olduğumu sordu. Bileklerimin acısı dışında iyiyim dedim. Çok acırsa minibüse binebileceğimi ya da bir şeye ihtiyacım olursa şöfore söyleyebileceğimi söyledi. İyiyim devam ederim, dedim. Çocuklar, yol boyu beni gördükleri tüm nadir anlarda yaptıkları gibi yine gülerek bana moral verdiler. Ve “dikkat etmemiz gereken” kısma başladık. Bolca şelalenin içinden geçtiğimiz, öncekine göre nispeten daha dar bir kısımdı. Grubu tekrar gözden kaybetmem çok sürmedi. Arada bir minibüsle aramı açabilmek için hızlanıyor, sesini duyamaz hale geldiğimde rahatlıyor, sonra bir anda yeniden motor sesini dinlerken buluyordum kendimi. İşin en kötü tarafıysa, sürekli frene basarak yavaş gittiğim için bisikletin bir eylemsizlik kazanamadığını ve bu yüzden daha çok sağa sola savrulduğumu gayet iyi biliyor ama bir türlü freni bırakıp hızlanamıyordum. Bana kalk, bungee jumping yap deyin, yaparım. Yaptım da daha önce. Ama bana hız yap demeyin mesela. Ben sağ şeritte giderken arkadan korna yiyen bir insanım. Zaten burda da nolur nolmaz sağdan devam ettim genelde.
Ve tabi ki yolun “dikkat edilmesi gereken” bu kısmında beklenen oldu ve bir virajdan sonra taşın tekinden sekip adeta yolun kenarına fırlatıldım. Neyse ki sağ kenarına. Ama öyle bir düşmüştüm ki, ters dönmüş yokuş yukarı yöne bakıyor ve üstümdeki bisikleti kaldıracak gücü kendimde bulamıyordum. Pachamama’nın rızasını almazsak olacağı buydu işte! Sabahtan beri ensemden ayrılmayan minibüs niye şimdi ortada yoktu? Şöfore al şu bisikleti, çekil içeri geçiyorum demek istiyordum. Ama yoktu. Sabahtan beri beni sollayan onca bisikletliden de şimdi ses seda yoktu. 20 saniye baş aşağı pozisyonda yattım. Acıdan gözümden birkaç yaş geldi. Sonra baktım gelen geçen yok, bir gayret kalktım ve bisikleti düzelttim. Minibüs hala ortada olmadığından bisiklete binip devam ettim.
Birkaç metre sonra bizim ekibi teraslı, kulübemsi bir yerde mola vermiş olarak buldum. Düştüğümü söylediğimde ekipten Ignacio’nun da düştüğünü öğrendim. Rehberimiz korkutucu mu diye sorduğunda, ben gülüp “biraz” cevabını verirken Ignacio “ne birazı çok korkutucu” diye beni desteklediğinde daha da güldüm. Sahanda yumurtalı sandviçlerimizi yiyip dinlenmeye devam ederken telefonumu açmayı denedim. Birkaç kere açıldı fakat durup dururken geri kapandı. Sonra da açılmayı da kesti. Artık telefon açılmıyor, sadece ekranda elma logosu sürekli yanıp sönüyordu. Ceplerime hatta iç çamaşırıma kadar ıslandığımdan telefon da bundan nasibini almıştı anlaşılan. En iyisi zorlamayıp kurumaya bırakmak diyerek minibüse koymaya karar verdim telefonu. Devam etme vakti gelmişti.
Üçüncü Kısım: Bunu tam olarak neden yapıyordum?
Molada dinlendiğimden biraz enerji toplamıştım evet fakat sorun bu enerjinin beni ne kadar götüreceğiydi. Doğrusunu isterseniz yolu tamamlayabileceğime inanmıyor, bir noktada o minibüse bineceğimi bal gibi biliyor, sadece o vakti erteliyordum. Artık sadece bileklerim değil, kollarım da acıyordu üstelik sürekli sarsılmaktan ve onca sarsıntıda gidonu düz tutmaya çalışmaktan. Yine bizim ekip çoktan ufukta kaybolmuştu ki bir anda beni bekleyen rehberimizi gördüm. Epey dik ve taşlı bir inişe gelmiştik. Bu kısımda kontrolü kaybeden çok bisikletli oldu, istersen inip yürüyebilirsin dedi. Zaten düşmüşüm bir kere, hiç cengaverliğe kalkışmadım, paşa paşa bisikletin yanında yürüyerek indim bu kısmı. 20-30 metre falan yürüdükten tekrar pedallara asıldım.
Hemen az ilerde bizim çocuklardan birini gördüm. Lastiği patlamış, minibüsü bekliyordu değiştirmek için. Ne şanssızlık diyerek yanından geçtikten sonra içimden acaba minibüsün gelmesi, lastiği değiştirmeleri, çocuğun yola devam etmesi ve tekrar gelip beni sollaması ne kadar sürecek diye düşündüm. Epey kısa sürdü. Birkaç dakika sonra minibüs yeniden benim arkamdaydı. Artık rahatsız olmuyordum. Başta psikolojik baskı gibi gelen o minibüsün, benim iyiliğim için hemen arkamda olduğuna ikna olmuş ve onu bir güven unsuru olarak kabul etmiştim. Birkaç kez ellerimi ve kollarımı ovuşturmak için durdum. Minibüse binsem mi desem de hadi bir viraj daha, iki viraj daha diyerek devam ettim.
Ama benim burda ne işim var sorusu zihnimde bağırmaya devam ediyordu. Bir yandan aklım telefonumdaydı. Sanki ben önde, o arkada minibüsün içinde yaşam savaşı veriyorduk. Yaşam savaşı diyorum evet çünkü gerçekten bisikleti düz ve dengede tutabilmek, virajlarda aşağı uçmamak için frenlere basabilmek artık hücrelerimin topyekün verdikleri bir savaş halini almıştı. Bu kadar acının ve düşüncenin arasında yolun ya da manzaranın tadı tuzu kalmamıştır diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama hayır. Yol o kadar ama o kadar büyüleyiciydi ki resmen can pazarımın ortasında bile ağzım kulaklarıma varabiliyordu her virajda. Gerçekten gördüğüm en etkileyici manzaralardan biri olmasa belki bu kadar devam edemezdim.
Ama doğa bisikleti ne kadar ruh hastası bir spor diye düşünmekten de kendimi alamıyordum. İnsanlar kendilerine bunu niye yapıyordu? Rehberimiz gerçekten her gün farklı bir grupla bu yolu mu iniyordu? Peki her sabah 6’da bisikletle dağ tepe tırmanıp bana video atan babama ne demeliydi? Bu adam aklını peynir ekmekle mi yemişti? O an biraz gaza geldim sanırım. Kimse yokuş yukarı çıkmanı da beklemiyor, evet kolların koptu kopacak ama inmeye devam edeceksin dedim. Baban her yıl bisiklette en az bir kez kolunu kırıp birkaç güne kalmadan tekrar bisiklete atlayan bir adamsa, sen de en azından bu yolu bitireceksin! Gruba tekrar yetiştiğimde ne kadardır beni bekliyorlardı bilmiyorum. Ufukta görünmemle birlikte alkışlamaya başlamaları bir oldu. Yanlarına vardığımda hepsi gülümseyerek iyi misin, hadi dinlen biraz, iyisin iyisin diye moral verdi. Artık epey aşağıda olduğumuzdan hava hayli ısınmış, hatta sivrisinek ısırıkları gibi yeni dertler edinmiştik.
Hemen bisikletten inip yere çöktüm. 10 dakika dinlenecektik güya ama bilmiyorum kollarımın yeniden çalışması için yetecek miydi? Rehberimize ne kadar daha devam edeceğiz dedim. 2 saat dediğinde derince bir yutkundum. Gerçekten devam edecek miydim? 2 saat daha bunu yapabilir miydim? Kaç saat olmuştu ki şu ana kadar, bir bu kadar falan daha mı vardı yani? Sanırım gerçekten ölecektim. Rehberimiz hadi gidiyoruz dediğinde gerçekten iki saat daha mı var diye tekrar sordum. Ramiro gülerek saçmalama son 15 dakika, geldik dedi ve kollarımdan tutup beni yerden kaldırdı.
Son 15 dakika… son 15 dakika… Onlar için 15 dakikaysa benim için en az bir yarım saat bardı muhtemelen. Ama olsun. Yapabilirdim… Yapabilirdim… Son bir gazla fazla kıyafetlerimi çıkarıp minibüse attım. O arada telefonuma da bir baktım, hala çalışmıyordu. Rehberimiz bu kısmın daha dar ve daha dik bir iniş olacağı konusunda bizi uyardı. Ve son çeyrek başladı.
Son 15…
Yine rehberimiz en önde, çocuklar benden birkaç viraj aşağıda ve minibüs benim hemen arkamda devam etti bizim konvoy. Yol gerçekten dikti ve bolca fren kullanmak gerekiyordu. Ve ben artık ellerimi hissetmiyordum. El kaslarım fren sıkma hareketini yapabiliyor muydu, yapamıyor muydu, frene gerçekten basıyor muydum, basıyorsam hangi güçle basıyordum, bastıktan sonra ellerim öylece kasılıp kalıyor muydu yoksa geri açabiliyor muydum hiçbirini ayırt edemiyordum. Birkaç kez fren elime sığmıyor, o yüzden elimden kaçıyordu, o zaman freni bırakıp sadece gidonu kavrıyordum. Ellerimi sonuna kadar germediğim bu anlarda epey bir rahatlıyordum. Fakat bu kısa süren rahatlık sonrasında yerini hemen paniğe bırakıyor ve tüm kemiklerim ağrırken elimi yine freni kavrayacak şekilde açmak zorunda hissediyordum. Artık düşüncelerimi ya da kıvranışlarımı içimde tutmak epey zorlaşmıştı. Bayağı acıdan inleyerek devam ediyordum.
15 dakikanın çoktan geçtiğine yemin edebilirdim fakat yol bitmiyordu. Onlar için 15 senin için 30 diye hatırlattım kendime. Taştan taşa sektikçe kollarım zangır zangır titriyor, ağrısı dayanılmaz bir hal alıyordu. Bisikleti kontrol edemiyor, yüksek taşlardan uzaklaşacağıma sanki inadına üstlerine sürüyor ve daha sert bir biçimde savruluyordum. Artık her sarsılışta taşlara küfür etmeden geçmiyordum. Kollarımın acısından gözümden yaşlar gelmeye başlamıştı, dişlerimi sıkıp ağlayarak kenara çektim. Arkamdaki minibüsün de durma sesini duydum. Hayır son 15 dakika kala o minibüse binmeyecektim. Peki gerçekten son 15 dakika mıydı? Ya değildiyse? Hala neden bitmiyordu? 15 değildiyse ne kadar kalmıştı? Dakika dakika pazarlık yapacak durumdaydım evet. Kollarımı ovuşturdum, ellerimi birkaç saniye boyunca salladım, avuç içlerimi açıp kapadım. Biraz daha devam edecektim.
Artık bu kısa dinlenmeler fayda etmeyi bırakmıştı gerçi. Tüm kaslarım ağrıyarak tekrar pedal çevirmeye başladığımda minibüs de benimle birlikte hareket etti. Bir viraj daha aldım, bir viraj daha… Sonra belki bir viraj daha… Ya da almamışımdır belki, emin değilim. Az ilerde solda park etmiş başka bir minibüs gördüm. Ancak 4-5 saniye sonra yolun diğer tarafında durmuş olan rehberimizi fark ettim. Dur işareti yaptı bana. Durdum. “Tamam bitti” dedi. Bitti mi? Bitti mi? Bitirdim mi? O an nasıl kendimi yere atıp hıçkıra hıçkıra ağlamadım da sadece rehberimize çak yapıp gülümseyebildim bilmiyorum.
Çocukları aradı gözüm, sol tarafta köprünün üstüne kıyafetleri çıkarmış serinliyorlardı. O arada minibüsümüz gelip sağ tarafa park etti. Şöfor gülerek indi ve bitirdin dedi bana. Bitirdim! Bitirdim. Sonra bir şişe su uzattı. Ordan su şişesi açabilecek halde gibi mi görünüyordum acaba? Tamam yıkılmamıştım ama ayakta da değildim. Açabilir misin diye geri uzattım. O arada çocuklar da yanımıza gelmişti. Suları içtikten sonra telefonumu elime aldım. Çalışmıyordu. Kesinlikle çalışmıyordu.
Çocuklar beni sakinleş, düzelir diye teselli ettiler. Minibüse atlayıp otele gittik. Yemek yedik, havuza girdik. Öğle yemeği açık büfeydi ama üçer tabak yiyen Arjantinli grubumun aksine ben iştahsızca bir tabakla yetindim. Canımı kurtardıktan sonra tek düşündüğüm telefonumdu. Bir iki kez açıldı fakat geri kapandı. Demek ki içinde su var, gece pirince koysam çözülür diye düşünerek ben de havuzun tadını çıkarmaya çalıştım. Ne kolumu ne bacağımı çırpacak halim yoktu gerçi. Saat 5’e doğru otelden ayrıldığımızda hala telefonu açmaya uğraşıyor, birkaç dakikalığına açılınca sevinip birkaç fotoğraf çekiyor, sonra tekrar kapanınca umutsuzluğa düşüyordum.
Şehre vardığımızda telefon son nefesini verdi ve bir daha açılmadı. Ve ben hiç yapamam sandığım şeyi yapıp elimde hiçbir navigasyon olmadan Harry’nin evini buldum. Ertesi gün için Arjantinli çocuklarla birlikte Copacabana’ya gitme planı yaparken onun yerine telefon tamircisine gitmek zorunda kalacaktım. Batarya, ekran ne varsa değiştirmem, bir de üstüne telefona reset atmam gerekecekti. Son gece telefon kapandığından yedekleme yapamamış olacak ve Death Road’a dair fotoğraf video ne varsa kaybedecektim. Hayatımın belki de en zor günlerinden birine dair tüm anılar kaybolacak, o gün sanki hiç yaşanmamış gibi olacaktı.
Tamam tamam abartmayayım. Şansıma Mariano’nun bana otobüsle La Paz’a dönüş yolundayken whatsapptan attığı son video epey yavaş yüklenmişti ve böylece ancak telefonum kapandıktan sonra gönderilebilmişti. O yüzden son güne dair tüm whatsapp geçmişim gitse de, hatta Mariano’nun numarası kişilerimden silinse de, bu video ancak telefonum yeniden açılınca ulaşabildi bana. Bu sayede ben de Mariano’ya ulaştım. Fotoğrafları tekrar aldım ve çocukları Isla del Sol’de yakaladım. Şimdi tüm ekip birlikte Peru’dayız. Hatta daha kalabalığız.
Ölüm Yolu… Kesinlikle adına layık bir yol. Ama tabi ben ortalama bir insandan çok daha fazla zorlanmışımdır bence, bu aşikar. Belki de ben yolun adına layık bir yolcuydum. Ben de telefonum da epey zorlandık sağ çıkmakta sonuçta. Telefonum o gün öldü zaten. Ben hala ağrıdan ölüyorum. Ama dediğim gibi ölüm yoluna gidip de niye öldüm diye söylenmiyorum. Her şeye rağmen iyi ki yaptım. İyi ki!