Güney İzlanda serüvenini Höfn yakınlarında noktaladıktan sonra sırada kuzeye çıkmak vardı. Ama önce adını söylerken Eyjafjalllajökull demekten bile daha çok zorlandığım Höfn’e dönüp kamp alanında duş aldık. Kuzeye çıkarken Ring Road diye de bilinen Route 1’i izleyeceğimizden Doğu İzlanda’yı dolaşmamız kaçınılmazdı. E yolumuz düşmüşken doğu fiyortlarını da biraz görelim dedik. Uzun bir araba yolculuğu olsa da en azından fiyort manzaralarıyla geçecek diye düşünerek avunduğum yolun ilk birkaç saatinden sonra Norveç’teki gibi fiyort manzaraları beklemekle hata ettiğimi anladım. Gezinin başından beri kafamda devam eden Norveç-İzlanda kapışmasında Norveç’in Jökulsarlon’da açılan farkı kapamaya başladığı zamanlardı Doğu fiyortları. Çok da yolu uzatmadan Egilsstadir’e kırdık direksiyonu en sonunda.
Seydisfjordür
Fiyortlardan umduğumuzu bulamamış da olsak kilisesinin önündeki gökkuşaklı yolun hatrına Seydisfjördur’e uğramadan geçmek istemedik. Seydisfjördurkirkja’nın önündeki gökkuşağı renkli taşları görünce o anki tezattan kafamda Hozier-Take Me to Church çalmaya başladı. Klipteki karanlık ve kasvetin aksine güneşin altında parlayan bu manzara her şeyiyle sanki bu şarkıya, bu klibe gönderme yapan ama klipte (ve dünyada) yanlış olan ne varsa düzeltmekten de geri kalmayan başka bir Tanrı’nın mabediydi. Seydisfjördurkirkja benim için şarkıdaki hüzünlü hikayeye bir cevap, dünyanın nasıl bir yer olması gerektiğine dair bir anekdottu. Belki de Hozier’ın Bu şarkıyı yazmasının bir anlamı olmayacağı başka bir hayattan bir kesitti… Ve bu yer sayesinde, ya da yüzünden, gün boyu zihnimde Take me to Church çalmaya devam etti ben Hozier’ın bu şarkıyı yazmasının bir anlamı olduğu bu hayattaki gezintime devam ederken.
Doğuda merak ettiğimiz başka bir yer kalmadığından Seydisfjördur’dan sonra son sürat batıya sürmeye başladık. Tabi bu son süratleri genelde Beste, ara ara da Doruk sürüyordu; ehliyetini aldığından beri maksimum 10 kez araba kullanmış olan ve yalnız başına bindiği ilk seferde arabanın ön tamponunu ayıran ben ise kah arka koltukta kah şöfor yanında oturup yol tarif ediyordum. (Çokça da dönüşleri kaçırıyordum).
Dettifoss
Uzun bir araba yolculuğunun ardından Avrupa’nın en yüksek debili şelalesi Dettifoss’a geldik. Yolun uzun olmasının yanında yaklaşık 40 dakika saçma bir stabilize yolda çakıllar üzerinde seyahat ettiğimizden ekstra yorulduğumuzu da belirteyim ayrıca. Dettifoss’a vardığımızda gün batımına az bir vakit kalmıştı ve ufukta umduğumuzun aksine bulutlar görünüyordu. Kuzey ışıkları hepimizin önceliği olduğu için nerede kamp atacağımız konusunda epey bir kafa patlattık. Beste bize ölüm gibi gelen yolu karanlıkta dönmek istemediğinden çabuk karar vermeye çalışıyorduk. Nihayet bulutlardan kaçmak adına elimizden geldiğince batıya gitmeye karar verdik. 40 dakikada geldiğimiz yolu nerdeyse iki katı hızda geri döndükten sonra tepemize kadar gelmiş olan bulutlardan da filmlere yakışır bir kaçış yaparak Myvatn’a vardık.
Myvatn
Doruk bizden bir gün önce döneceği için bizimle Blue Lagoon’a gelemeyecekti. Bu yüzden burada Blue Lagoon’un ekonomik alternatifi olarak bilinen Myvatn Nature Baths’e girmek istedi. Biz de 12’ye kadar park yerinde onu bekledik ve sonra arabayı Myvatn gölünün kıyısına çektik. Hava açıktı, yıldızlar sayılıyordu, tek bir araba bile geçmiyordu. Yine de bizim nazlı Kuzey ışıklarımız kendilerini göstermediler. Biraz hayal kırıklığına uğramış ama yılmamış olarak uyandık ertesi sabaha. Önceki gün vaktimiz kalmadığından Dettifoss’un da içinde bulunduğu parkı çok gezememiş buradaki kanyona gidememiştik. Değer mi değmez mi diye tartışırken turist ofisi işlevi de gören bir kafedeki görevliye fikrini sorduk. Kesinlikle önerdiğini söylemesi sonrasında Asbyrgi Kanyonu‘na doğru yola çıktık. Gidip gelmesi Myvatn’dan 2.5 saat süren bu kanyon o kadar yola değdi diyemem açıkçası. Zamanımız yetmeyince az süreye sığdırdığımız her yerde Asbyrgi’ye söylendim durdum. Gerçi nasıl bir cevap bekliyordum ki sanki kafedeki kadına sorarken.
+Asbyrgi kanyonu nasıl, tavsiye eder misiniz?
-Yok.
Tekrar Myvatn’a döndüğümüzde yapılacak çok şey vardı. Viti Krater Gölü, kokusuyla bizi sınayan Namajfall kükürt havuzları, Jon Snow ve Ygritte’ten sonra mı insanların girmesinin yasaklandığını merak ettiğimiz Grjotagja mağarası, Hverfjall sönmüş yanardağ krateri, sadece 20 dakika ayırdığımız fakat aralarında saatlerce dolaşabileceğim volkanik kaya oluşumlarıyla bana kendimi Alice Harikalar Diyarında’da hissettiren, belki burada kamp atmış Mance Rayder ve wildlinglere de böyle hissettirmiş olan, gönlümün efendisi Dimmuborgir ve nihayet uzun zamandır hasret kaldığımız koyu yeşil tonlarını bize sunan Höfdi… Tüm bunları tek öğleden sonraya sığdırmak zorunda kaldık. Ah Asbyrgi ah! Myvatn gölünün etrafını gün batımında arabayla dolanmak ise apayrı bir keyifti.
Viti Krater Gölü
Namajfall
Grjotagja
Hverfjall
Dimmuborgir
Höfdi’de gün batımı
Myvatn Gölü
Godafoss
Güneş tüm zerafetiyle batarken biz de aslında artık şelale namına bize bir şey katabileceğini düşünmediğimiz ama yolumuzun üstünde diye boş geçmek istemediğimiz Godafoss’a ulaştık. Ve tabi ki efendim yine yanıldık. Tanrıların şelalesi anlamına gelen Godafoss’un ilginç bir efsanesi var. Bu şelalenin adı, Hristiyanlığın resmi din olmasından sonra Þorgeir Ljósvetningagoði adlı bir abinin eski Tanrılara ait bütün totemleri buraya atmasından geliyormuş. Şelalenin girişinde bir tabelada isminin neden Tanrıların şelalesi olduğuna dair merakları gidermek adına anlatmışlar bu hikayeyi. Oysa, şelaleyi gördüğüm anda zaten ismine dair herhangi bir merak, şüphe veya soru kalmamıştı ki aklımda. İzlanda’da Tanrıların bir şelalesi olacaktıysa elbet o bu şelaleydi. (Ha benim şelalem Skogafoss o ayrı bir konu.) Pembe gökyüzünün altında turkuaz akan suların güzelliğine aşık olduktan sonra devam ettik yolumuza.
Akureyri
Hava nihayet kararırken biz de İzlanda’nın en büyük ikinci şehri olan Akureyri’ye vardık. Doğada geçen onca günden sonra şehir bize o kadar ışıklı geldi ki anlatamam. Klasik benzinlik ritüelimizi gerçekleştirdikten sonra şehirde fazla zaman kaybetmeden Auroraları görebileceğmiz ışıksız bir yer aramaya giriştik.
Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, ne yaptıysak tepemizdeki bulutlardan kurtulamadık. Ben bir taraftan Beste’ye gün boyu araba sürdüğünden nolur biraz daha gidelim demenin mahcubiyetini, bir taraftan da ara ara silik olarak gördüğüm kuzey ışıklarının heyecanını yaşıyordum. En son açtık önceden screenshot aldığım bulut durumu haritasını, rotayı falan boş verdik. Haritada gökyüzü açık görünen kuzeydeki Siglufjordür’e çevirdik yönümüzü. Hedeflediğimiz yere varmak üzereyken öyle canlı bir aurora gördük ki arabayı durdurup adeta aşağı atladık. O heyecanla ben kendim mi tökezlemedim, Doruk telefonu düşürüp home tuşunu mu kırmadı, arabanın alarmı mı bangır bangır ötmedi… Ama o birkaç saniyelik aurora tüm o zahmete değdi.
Işık gözden kaybolduğunda biz de başta planladığımız noktaya ulaşıp arabayı kenara çektik. Gökyüzünde hala renk olarak daha az canlı olan auroralar, bir anda görünüp hemen kaybolan ışıklar vardı. Beste ve Doruk daha şiddetli bir ışık görme şansımız olursa diye yine nöbetleşe alarm kurmayı önerdi ama ben gerek olmadığını zaten uyumayacağımı söyledim. Çadır kurmak için geç olduğundan Doruk arka koltuğa geçti. Ben de nasılsa uyumayacağım için ön koltuğa oturdum ve buğulanma olmasın diye ön camı araladım. Gece nöbetim böylece başladı. Game of Thrones finalini izleyememenin kederinden mi bilmem kafamda duvarın gözcülerinin yemini vardı:
“Night gathers, and now my watch begins. It shall not end until my death. I shall take no wife, hold no lands, father no children. I shall wear no crowns and win no glory. I shall live and die at my post. I am the sword in the darkness. I am the watcher on the walls. I am the shield that guards the realms of men. I pledge my life and honor to the Night’s Watch, for this night and all the nights to come.”
“Gece çöker ve şimdi benim nöbetim başlar. Bu ölümüme kadar sona ermeyecek. Hiçbir eş almayacağım, hiçbir toprağa sahip olmayacağım, hiçbir çocuğa baba olmayacağım (ne kadar da cinsiyetçi bir nöbet!). Hiçbir taç giymeyeceğim ve hiçbir şan kazanmayacağım. Mevkimde yaşayacak ve öleceğim. Ben karanlıktaki kılıcım. Ben duvardaki gözcüyüm. Ben soğuğa karşı yanan ateşim, şafağı getiren ışığım, uyuyanları uyandıran narayım, karanlıktakileri koruyan kalkanım. Bu gece ve gelen tüm gecelerde yaşamımı ve onurumu Gece Gözcüleri’ne adıyorum.”
Yarım saat geçmişti ki görüş açım 360 derece olmadığından içim rahat etmedi ve arabadan inip etrafa baktım. Hala çok güçlü olmasa da gökyüzünü boydan boya kaplayan ışıklar duruyordu. Gerçi Beste ve Doruk’un uyanmak isteyeceği raddeye hiç ulaşmadı. Bu yüzden de uyuyanları uyandıran nara olmama pek gerek kalmadı.Yine de benim için seyretmeye doyamayacağım kadar ışık vardı. Arabanın arkasına sırtımı yaslayıp biraz oturdum, sonra yerimi beğendiğimden arabaya girip viskimi alıp geri döndüm. Birkaç yudum içtikten sonra havanın da güzel olduğuna karar verdim ve tekrar arabaya dönüp tulumumu da aldım. Müzik dinleyerek bir saate yakın gökyüzünü seyrettim. Fotoğraf makinasının gözle gördüğümüzden daha iyi çektiğini tecrübe ettiğimden bir saat sonra bu kez de makina ve tripod için açtım arabayı. Yani iki saatin sonunda tamamen arabanın arkasına taşınmıştım denebilir. Tripodu en kısa boya getirdikten sonra tekrar tuluma girip kendimi sardım ve başladım ara ara fotoğraflar çekmeye. Yorulunca rüzgarda uçmasın diye makinayı boynuma astım, tripodu katlayıp arabanın altına ittim ve gökyüzünü seyretmeye devam ettim. Gece boyu tek bir araba bile geçmedi. Sanki sadece ben ve artık cılızlaşmaya başlamış auroralar vardı. Tartışmasız gezinin en güzel anlarından, hayatımın en güzel gecelerindendi. Gün doğumuna yakın auroralar belirsizleşince ben de yavaş yavaş uykuya teslim oldum.
Batı İzlanda ve Reykavik’i anlatmadım mı sandınız yoksa? Hemen şurada.
Gitmediğin yerleri gitmiş gibi gezmiş gibi hissettiren anlatımlarınızı çok sevdim. Bir yerlere gitmeden önce sizi dinleyecegim ??
Bazen kaptırıp da uzun uzun anlatıyorum, asıl bıkmadan okuduğunuz için ben çok teşekkür ederim. Çok sevindim 🙂