Geçmiş seyahatlerime dair ardı arkası kesilmeyen flash back’lerime bir ara verip size bugünden bahsedeyim istedim. İtalya’ya dair anlattıklarım da yaşadıklarım da bana yetmemiş olacak ki yine bir bahane bulup attım kendimi buralara.
Bu Bolonya yazılarım aslında Bolonya’ya yaptığım birkaç ziyaretin toplamı olacak. Malum Erasmus stajı derken Bolonya’ya bir saatlik küçük şehir Forli’yi mesken edindim kendime. Böyle olunca da özledikçe kaçıp kaçıp gidiyorum Bolonya’ya. Şimdi dostlar, işin aslı bu bizim Bolonya yaşlı ve şişko olduğu kadar koca değil bir kere. Tipine baksanız gayet minyon, yürüyerek bitirilebilecek bir şehir. Fakat bizim için küçük olsa da hem İtalya hem Emilia-Romagna bölgesi için büyük bir şehir. Öyle ki burayı almış bölgenin başkenti yapmışlar. Yaşlılık meselesine gelince, nüfus cüzdanına baksanız bu şehir sizden benden aten yaşlı. Nüfus cüzdanı diye bir şeyin olmadığı zamanları hatırlayabilecek kadar yaşlı hem de. Milattan önce binlere bile şahitlik etmiş. Dünyanın ilk üniversitesinin kuruluşuna şahitlik etmiş. Bir de bunlar yetmezmiş gibi gördüklerinin çoğunu unutmamış, savaş zamanı yapılan bombalamalara rağmen hafızasından bunları silmemiş (ki bunda savaş sonrası yapılan başarılı restorasyonların rolü büyük) ve bugün gelmiş hala bize anlatabiliyor. Ha diyecek olursanız ki insan hissettiği yaştadır, o zaman Bolonya’yı oldukça genç ve kafa dengi bulabileceğimizi kabul ederim. Her daim cıvıl cıvıl bu şehir aynı zamanda İtalya’nın en önemli öğrenci şehirlerinden biri. Öğrenci bütçesine uygun kafe ve restoranlar, geceleri canlı kalan bar caddeleri de Bolonya’yı Bolonya yapan unsurlardan. Şişkoya gelelim bir de. Bir kere bunu ben demedim, İtalya’nın popüler kültürü demiş. La dotta, La grassa, La Rossa demişler Bolonya’ya. Yani bilge, şişko ve kızıl. İtalya’nın en lezzetli bölgesinin en meşhur yüzü diye demişler muhtemelen La grassa‘yı. Hakikaten Emilia-Romagna mutfağı tadına asla doyamayacağınız yemeklere sahip. Yine de ben şişko demezdim mesela Bolonya’ya. Şehirlerden insanmışçasına bahsede ede bazen cidden düşünüyorum, ya bu şehir bir insan olsaydı, nasıl olurdu diye. Bolonya işte her konuda az çok bilgili olan, eğlenmeyi de hüzünlenmeyi de çok iyi bilen, yalnızlığı da kalabalığı da ayrı ayrı seven, hem çok güzel yiyen hem de sporuna dikkat eden ideal insan olurdu sanki. Kendini iyi yetiştirmiş dopdolu bir insan. Bakıp da “Yaşıyorsun bu hayatı” diyeceğiniz türden bir insan. Onu ilk görüşte dış görünüşüne hemen tutulmazdınız da tanıdıkça karakterinden ötürü severdiniz. Farkında olmadan alışırdınız. Ve sonunda onsuz yapamayacak hale gelirdiniz. İlk izlenimlerime dayanarak söylüyorum ki bir insan değil şehir olarak bile bu etkilerin çoğunu bünyenizde bırakabilecek bir yer Bolonya. Gördüğüm en güzel şehir diyemem, ama yaşadıkça insanın kanına girebilecek yer izlenimi edindim.
Neyse çok uzattım lafı. Hadi Bolonya’ya gelelim. Yani lafın gelişi diyorum. Yoksa ben çoktan gittim bir pazar günü Bolonya’ya. Şimdi İtalya yazılarımın sıkı takipçierindenseniz pazarı duyunca eyvah diyecek olabilirsiniz. Malum Napoli‘ye pazar gitmiş olmam mesela, pek çok şeyi ukde bırakmıştı içimde. Ama demeyin. Bolonya hiç öyle bir şehir değil çünkü. Pazarları katedrallerin, turistik mekanların, restoranların tam gün açık olduğu, bırakın sokakların boş ve sakin olmasını iğne atsanız yere düşmediği bir şehir. Havada güzel ya herkes kendini atmış sokağa. Hele Via dell’Indipendenza kalabalıklıkta İstiklal’le yarışabilir durumda. Bir şey söyleyeyim mi size, ben pazarları canlı kalan, el ayak çekilmeyen şehirleri daha çok seviyorum. Daha samimi geliyorlar bir kere. Düşünsenize, haftanın beş günü bir şehirde yaşayan hatta o şehre övgüler yağdıran insanlar, karşılarına çıkan ilk tatilde o şehri terk ediyorlarsa ne anlarım ben bu işten? Onları da anlıyorum tabi, beş gün bu yoğunlukta boğulunca doğaya denize kaçmak istiyorlardır ama kendimi de anlıyorum mesela. Doğaya kampa gitmek varken bir şehre geldiysem kalkıp da her yer kapı duvar olmasın istiyorum gezerken.
Ben Bolonya’ya Forli’den 6 euro tutan bir regional trenle geldim. Siz isterseniz otobüsle gelin, zaten gelip geleceğimiz yer hemen hemen aynı. Via dell’Indipendenza‘nın yani Bolonya’nın İstiklal Caddesi’nin bir ucuna gelmiş oluyoruz. Ve eğer benim gibi pazar geldiyseniz sürpriiiiiz: Caddenin çok büyük bir kısmı trafiğe kapalı. Yani eğer siz de benim gibi kaldırım dururken cadde ortasından yürümekten apayrı bir zevk alanlardansanız, pazar günü Bolonya’da sağlı sollu uzunan kepenkleri açılmış mağazaların, masa ve sandalyeleri caddeye taşmış kafelerin arasında doya doya yürüyebilirsiniz.
Ben Via dell’Independenza’ya dalmadan önce hemen yol üstündeki Parco della Montagnola‘nın cezbedici çağrısına cevapsız kalamadım ve bir süre burada dolandım.
Via dell’Indipendenza’yı boylu boyunca yürüyerek şehrin ana meydanı Piazza Maggiore‘ye ulaştım. İlk gidişmde Fontana del Nettuno, yani Neptün Çeşmesi tadilattaydı. Bu artık benim şanssızlığım mı yoksa Avrupa yıllardır bitmek bilmeyen bir restorasyon halinde mi bilemiyorum. Meydanda yine her Avrupa meydanında olduğu gibi “Adamlar yapmış bee” dedirtecek binalar tarafından etrafım sarıldı. Palazzo del Notai, Palazzo Comunale, Palazzo del Podesta, Basilica di San Petronio bunlardan bazıları. Önce belediye binasının yani Palazzo Comunale‘nin bahçesinde gezindim.
Binanın içi pazar öğleden sonra kapalı olan nadir yerlerdendi, o yüzden bu seferlik erteledim. Sonra bence meydandaki en önemli bina olan San Petronio Bazilikası’na geçtim.
San Petronio Bazilikası İtalya sınırlarında olmamdan ötürü herhangi bir yasak delmeden gönül rahatlığıyla girebildiğim Vikipedi’ye göre dünyanın en büyük onuncu kilisesiymiş. Hatta, tuğla kullanılarak inşa edilmiş kiliseler arasında en büyüğüymüş. Kilisenin alt yarısı mermer üst yarısı tuğladan oluşan epey ilginç bir mimarisi var. Ortadan ikiye bölünce bir yarısı diğerini tutmayan, diğerine benzemeyen insan, eşya, canlı, cansız her şeyi daha bir seviyorum sanki. Daha gerçek geliyorlar. Yalnız duyduğum kadarıyla asıl kıyamet kilisenin dış değil iç mimarisinden kopuyormuş. Muhammed’i cehennemin dokuzuncu katında bir zebani tarafından işkence edilirken resmeden bir fresk yüzünden El-Kaide’yle ilişkilendirilen çeşitli İslamcı terör gruplarının bazilikaya saldırı girişimleri olmuş geçmişte. Bu arada bazilikanın içerisine girmek ücretsiz fakat terasına çıkmak isterseniz 3 euro gibi bir ücreti var. Bir de içerde fotoğraf çekebilmek için para ödeyip bir bileklik satın almak gerekiyor, fakat içeride çaktırmadan telefonuyla fotoğraf çekenler vardı. Ben de çektim. Profesyonel makineyle çekmeye kalkmadıkça sıkıntı yaşayacağınızı sanmıyorum.
Bazilikadan ayrıldıktan sonra öğle yemeği için çokça methedilen Pasta Fresca Naldi‘ye gittim. Bahsettiğim gibi İtalya’da bulunmak makarnaya para harcamak için sahip olduğum ve olacağım en geçerli sebep. Bu restoran hakkında, Avrupa insanıyla en uzlaşamadığımız konulardan biri uzak-yakın mesafe algısı olduğundan Trip Advisor’da bazıları çok uzaktı fakat yürüdüğümüze değdi yazmış, fakat aslında 15-20 dakikalık bana göre gayet de kısa bir yürüyüşle restorana ulaştım. Tagliettelle al Ragu‘mu yedikten sonra tekrar Piazza Maggiore’ye döndüm. Dönüş yolunda hazır bu tarafa kadar gelmişken bir de Basilica di San Fransesco‘ya uğradım.
Buranın da girişi ücretsiz olmakla birlikte bahçesinde ucuza ikinci el eşya satan tezgahlar da vardı. Tahminimce geliri kiliseye gidiyordur.
Piazza Maggiore’nin çevresindeki dar sokaklarda dolaştıktan sonraki hedefim İki Kule’ye gitmekti. Hayır Yüzüklerin Efendisi’ndeki İki Kule’den bahsetmiyorum. Le due Torri olarak bilinen Garisenda ve Asinelli‘den bahsediyorum. Maalesef ki girişe varınca bu kuleler için önceden websitesinden bilet almak gerektiğini ve bugün için tüm biletlerin satıldığını öğrenip eli boş döndüm. Zaten sadece Asinelli kulesne çıkabiliyormuşum, meh! Bolonya’ya ikinci gelişimde gidilecekler listeme böylece bu kuleleri de ekledikten sonra şehirdeki ilk gezintimi La Piccola Venezia yani Küçük Venedik’te tamamladım.
Başta da söz ettiğim gibi, Bolonya güzelliğiyle başımı döndüren, dönüp dönüp bir daha bakacağım bir şehir değil. Ama zaten, mesela Roma’nın aksine, öyle olmak gibi bir iddiası olan bir şehir de değil. Muhabbetini sevdiğim, fırsat buldukça uğramaktan keyif alacağım bir şehir onun yerine. Şimdilik bu kadar. Bir dahaki gelişimde şehrin çeperlerini keşfetmeyi planlıyorum.