Daha tanışmadan sevdiğimiz insanlar, daha gitmeden sevdiğimiz şehirler vardır. Verona’yla ilk buluşmamız da bir nevi böyle bir formaliteydi aslında. Çünkü ben Verona’ya, bu şehre gelişimden çok daha öncesinde ısınmıştım. Önce e,o,a ünlülerinin bu sırayla dizildiği kelimelerin inkar edilemez güzelliğinden dolayı ısınmıştım. Sonra Shakespeare’in şehri olmasından dolayı. Ha ama herkesten farklı olarak Romeo ve Juliet değildi bana bu şehri fısıldayan. Hatta ne yalan söyleyeyim epey geç öğrendim bu iki şaşkalozun hikayesinin burada geçtiğini. Onun yerine defalarca izlediğim Dawson’s Creek’in bir bölümüne de adını veren Two Gentlemen of Verona, yani Verona’lı İki Centilmen adlı öyküsü olmuştu Shakespeare’in beni bu şehirden haberdar eden ben lisedeyken.
Bu ilk tanışmanın ardından şehre bir sempatim olmuştu evet, fakat o gün bugündür Verona’yla bir gün yüz yüze gelmeyi kafama koymuştum diyemem. Koysam çok daha erken gelirdim zaten. Onun yerine, İtalya’nın pek çok yerini gezdikten sonra artık vakti geldi diyerek gittim iki hafta önce Verona’ya. Ne yalan söyleyeyim, çok güzel bir zamanlama da değildi. Önce Hallstatt sonra San Marino’da sisler arasında dolandıktan sonra artık yılın bu döneminde Avrupa’nın bu bölgesinin sisli geçeceğine ikna olmuştum. Fakat Verona’yı sisli izlemek, daha öncekiler gibi büyülü bir deneyim olmaktan çok, lensi nemden buhar olmuş bir fotoğraf makinesiyle şehri fotoğraflamak gibiydi. Hatta birazcık abartmama izin varsa, gözümde gözlükle, yıkaması yeni bitmiş bulaşık makinesinin kapağını açmak gibiydi. Şöyle kafamı çevirip az uzaklara, on metreden daha ileriye bakayım dediğimde gördüğüm hiçbir şey net değildi.
Bunu söylemek için Verona’nın dört mevsimini görmeme gerek yok, eminim ki şehrin en güzel günü değildi. Ve ben Verona’yı tam kendinizi şehre kaptıracakken keyfinizi kaçıran sisin altında, kolay kolay kimsenin kimseyi sevmeyeceği bi havada sevdim. Çünkü dedim ya, ben Verona’yı zaten sevecektim. Ama şehre öncesinde beslediğim bütün sempatimi bir kenara bırakarak söylüyorum ki Verona, Venedik’ten sonra, şehir bazında konuşursak, İtalya’nın en güzel yeri olabilir. Hem gezmek hem yaşamak adına.
Tabi gardan çıkar çıkmaz hissettiğim bu değildi çünkü gar eski şehrin merkezinden uzakta, manzara açısından oldukça anlamsız bir yerdeydi. Verona gezmesi oldukça kolay bir şehir, hele de gardan başlayan bir rotada. İlk durağım Castelvecchio oldu.
Bu kaleyi günümüzde bir müzeye çevirmişler. Dışını gezmek ve hemen bitişiğindeki Ponte Scagliero’da dolanmak ücretsiz. Fakat sisli bir günde olduğumdan bu köprü pek de eşsiz manzaralar sunmadı bana. Ha köprünün kendisi manzaranın kralıydı zaten, o ayrı bir konu. Ben de kalenin yukarılarını gezebilmek için mecburen müzeye giriş biletini aldım. Tabi bu biletle yalnızca kaleyi değil içindeki sergiyi, heykelleri, resimleri falan da görebiliyorsunuz ama genelde beni açmıyor öyle şeyler. Bu sefer de açmadı. O yüzden iç kısımdaki koridorlarda hızlıca dolanıp hemen dışarı kalenin duvarlarına çıktım. Manzara buradan da çok değişmese de kalenin duvarlarının arasında dolanmak keyifliydi.
Her şeye rağmen gördüğüm kaleler arasında ancak eh işte’lik bir yer edinebilecek olan Castelvecchio’dan ayrılıp şehre karışmanın vakti gelmişti. Sıradaki durağım Piazza Bra‘ydı. Verona’yı orada o anda sevdim ben işte.
Piazza Bra; sokak lambalarıyla, rengarenk binalarıyla, restoranlarıyla o kadar sevimliydi ki bu şehirde yaşanırmış dedim. Hem de meydanın ortasında duran ufak boyuttaki Kolezyuma rağmen dedim. Arena di Verona‘dan bahsediyoum ve “rağmen” diyorum çünkü daha önce çok bahsetmişimdir, Roma’da beni en çok iten şey bir tarafta akan trafik bir tarafta Forum, Kolezyum gibi binaların bulunmasının bende uyandırdığı sentetiklik hissiydi. Nedense Verona’da öyle hissetmedim.
Tabi ki, yine de, Kolezyum’un içine girme gafletinde bulunmuş biri olarak Arena di Verona’ya girmeye falan kalkmadım. O yüzden içerisi hakkında bilgi veremiyorum.
Piazza Bra’dan şehrin en popüler alışveriş caddesi olan Corso Mazzini‘ye devam ettim. Cumartesi olmasının da etkisiyle iğne atsanız yere düşmüyordu. Cadde boyunca yürüyüp şehrin ikinci önemli meydanı olan Piazza delle Erbe‘ye vardım ve varmamla beraber de Piazza Bra’nın pabucunu dama attım.
Yahu bir şehre iki tane muhteşem meydan yapılır mı, gözünüz doysun diyorum be ne diyeyim. Ve iddialı konuşuyorum, Piazza delle Erbe bu gözlerin gördüğü en güzel meydandır diyorum. Bıkmadan usanmadan her bir binasını, her bir köşesini fotoğraflamaya çalıştım bu meydanın. Gördüğüm güzelliği kadraja aktaramayışıma sinirlendim, tekrar tekrar denedim.
Bana sorarsanız hiçbirinde de başarılı olamadım. Yanına bile yaklaşamadım. Neyse siz Piazza delle Erbe’yi ve tüm şehri tepeden görmek isterseniz hemen yanı başınızdaki Torre dei Lamberti‘ye çıkabilirsiniz buradan. Ben sisten ağzımın payını aldığımdan hiç girişmedim öyle bir şeye.
Ve sıra geldi Verona’nın en ünlü yerine. Yani Verona’ya yapılmış en büyük adaletsizliğe: Casa di Giulietta‘ya. Yahu iki adım ötede Piazza delle Erbe gibi bir dünya harikası varken şu evin bahçesine doluşmuş, balkonuna akın eden kalabalığı görünce benim bile kalbim kırılıyor, Verona ne hissetsin.
Evet, Shakespeare’in hikayesinin Verona’da geçmesini fırsat bilen birtakım akıllı Cappello ailesi büyükleri burayı Juliet’in evi ilan etmekten ve balkonunu inşa etmekten geri kalmamışlar. Sonradan buranın bahçesine bir de sağ göğsüne dokununca size hayatınızın aşkını bahşedecek bir Juliet heykeli kondurmuşlar. Heykele yaklaşmaya, eve girmeye ya da balkona çıkmaya kalkmadım. Yahu ben daha gerçekten yaşamış insanların evlerini müze yapmanın mantığını sorguluyorum, ne işim var Juliet’in evinde. Neyse işte aşk temalı bir şeyler falan filan da olunca çok satıyor demek ki şehirler. Olayın standart saçmalığını geçtim, bu avluda bu kalabalığı görünce biri çıkıp da balkon konuşması mı yapacak diye ilaveten bir gerilim yaşadım Türkiye’li olmaktan ötürü. Sevmedim kısacası burayı.
Buradan tekrar Piazza delle Erbe’ye dönüp oradan da hemen arkasındaki Piazza dei Signori adlı meydana geçtim. Ortasında Dante’nin heykelini görebileceğiniz bu meydan diğer iki meydana göre epey sönük sayılsa da yine de sevimli bir yer. Buradan dümdüz devam edip nehre kadar yürüdüm. Sissiz bir günde nehri izlemek de epey keyif verecektir eminim, ama benim için bu yürüyüşün asıl güzel kısmı artık italya’da alıştığım fakat asla doyamadığım panjurlu binalar ve sokaklardaydı.
Nehre kadar gelmişken karşıya geçmemek olur mu? Ponte Pietra‘yı görmemek olur mu? Cık, ikisi de olmaz. El işi eşyalar satan tezgahların, müzisyenlerin arasından yürüyerek Ponte Pietra üstünden karşıya geçtim.
Sisten dolayı pek bir beklentim olmasa da Castel San Pietro’ya da çıkmadan dönmek istemedim. Bedava değil mi arkadaş? Ha tabi burada da yine iki adımlık yolu teleferikle çıkma opsiyonunuz var.
Kaleye çıkarken yol üstünde pek çok insanın durup manzara izlediği bir park. Campo Giochi diye geçiyor.
Castel San Pietro’nun içi şu an ziyarete kapalı fakat terasından bankalara oturup şehri izlemek Verona’lılarca da epey sevilen bir aktiviteymiş, bunu keşfettim. Artık yavaş yavaş yorulmaya başladığımdan CouchSurfing hostum Fabio’ya mesaj atıp onunla buluşmak üzere geri döndüm.
Fabio beni Piazza Bra’nın önünden eski model dünya tatlısı Mini Cooper’ıyla aldı. Bu vesileyle Piazza Bra’ya kadar geldiğim yoldan yürümüş ve sevdiğim her şeyle vedalaşmış oldum. Tahmin edebileceğiniz üzere Juliet’in evi bu listede değildi. Fabio’nun yanında bir couchsurfer daha vardı. Ali (Alexandra’nın kısaltması) İtalya’nın kuzeyinden, Bolzano şehrindenmiş. Ve İtalyanca seviyemiz neredeyse aynıydı çünkü eskiden Avusturya’ya ait olan bu bölgede hala büyük ölçüde Almanca konuşuluyormuş.
Ali ve Fabio’yla çabucak kaynaştık ve onlardan İtalyan pop şarkıcılarından yemeklere, şaraptan fotoğrafa, Nikaragua’dan Avrupa’daki terk edilmiş binalara kadar bir ton şey öğrendim. En önemlisi de Risotto yapmayı öğrendim! Tabi ki size de öğreticem. Yani becerebildiğim kadarıyla. Ama ben yaptım diye demiyorum, ilk defa denediğim bu italyan yemeğine ba-yıl-dım!
Couchsurfing’in en sevdiğim kısmı bu galiba. Verona’da en iyi yemek nerde yenir bilmiyorum, çünkü ben Verona’daki hatta İtalya’daki en iyi yemeklerimden ikisini Fabio ve Ali’yle yedim. Buyrun bu da pazar günkü öğle yemeğimiz.
Bazen şehri veya bir geziyi benim için en güzel yapan şey bir turistin asla yaşayamayacağı bir şey oluyor, tıpkı Verona ziyaretimin en güzel kısmının bu iki insanla paylaştığım süre olması gibi. Ama yine söylüyorum, Verona’yı bir turist gibi gezsem de severdim, sevmeye şartlanmış gelmesem de severdim. Yine karnınızı doyuracak hiçbir öneri getiremediğim bir yazı olmasın diye o zaman, Fabio’dan kaptığım bir dondurmacı tavsiyesiyle bitireyim: Gelateria La Romana. Ben deneyemedim ama Verona’nın en iyisiymiş. Denerseniz haber verin 🙂