Hallstatt’la olan platonik ilişkim epey eskiye dayanıyor. Varlığından haberdar olduğumdan beri gizli bir hayranı olduğum bu kasabaya planladığımdan ancak üç yıl sonra düştü yolum. Daha doğrusu ben düşürdüm. Doğrusunu isterseniz ulaşması kolay bir yer değildi, yollarım hiçbir şekilde Hallstatt’a çıkmıyordu ama ben hiçbir zahmetten kaçınmayarak bağladım o yolları. O yüzden bu hafta sonu Forli’den yola çıktığımda aklımda üç günlük bir plan olsa da aslında bütün mesela Hallstatt’ta olmak ya da olmamaktı. İki hafta önce Münih anılarımı anlatırken olsun Hallstatt kışın daha güzel belki bu kış giderim diye kendimi teselli etmiştim. Ondan bir hafta sonraysa, çantamı toplamış Hallstatt yolundaydım işte.
Bakmayın böyle insanların ilk duyduklarında Hallstatt’a “hidden gem” edebiyatı yapmasına. Hallstatt hiç de gizli kalmış bir mücevher değil aslında. O yüzden baştan söyleyeyim. Burayı ilk keşfeden siz olmayacaksınız. Ben de olmadım zaten.Çinliler olabilir mesela ilk keşfeden bak, ona inanırım. İlk keşfeden onlar değilse bile patenti onlara aitmişçesine gidip Çin’e aynısından yapmış çünkü adamlar. Şaka yapmıyorum, bildiğiniz koskoca UNESCO Dünya Mirası’nı almış bire bir Guangdong Bölgesi’ne klonlamışlar Çin’in. Şu an düünyada bir orijinal bir de Çin Mali Hallstatt var o yüzden evet. Kasabanın bile imitasyonunu yapanlardan korkacaksın arkadaş. Yine de ilginçtir ki, aynısı Çin’de de olduğu halde Asyalıların genelde orijinal Hallstatt’a doluştuğunu gözlemleyebilirsiniz. Neyse okuduğum bölümlerin hatrına fazla ırkçılaşmamak adına bu muhabbeti burada noktalayayım. Sadede gelirsem, diyeceğm o ki Hallstatt gizli bir hazine değil fakat yine de ulaşması zor ve zahmetli sayılabilecek bir yer.
Peki Neden Zordu Hallstatt’a Ulaşım?
Hallstatt’a en yakın büyük şehir Salzburg. Zaten genelde Salzburg-Viyana arası geçişte uğranan bir nokta burası. Tabi ki pek çok yerde olduğu gibi burada da hayat, arabası olana güzel, onlara bir sıkıntı yok. Fakat araba yoksa işte, Salzburg’dan kasabaya ulaşım, aralarındaki izdüşümsel yakınlığa rağmen sizi öyle bir dolaştırıyor ki utanmasa dünya turu yapıp getirecek… Normalde kendi kullanmadığım yolları pek anlatmam ama durun bir anlatayım da beyniniz yansın.
İlk seçenek Salzburg’dan otobüsle Bad Ischl’e geçip Bad Ischl’den trenle Hallstatt istasyonuna gelmek. E çok da zor değilmiş mi dediniz? Daha durun, Hallstatt tren istasyonu bilin bakalım nerde değil? Hallstatt’ta değil! Neden değil? Çünkü Hallstatt aynı zamanda gölün de adı ve tren istasyonu da bizim minnoş kasabamızın karşı kıyısında. O yüzden bir de feribota binip karşıya geçeceksiniz. Bu seçenek 15-20 euro gibi bir şeye patlayacak.
İkinci seçenek otobüsle Bad Ischl’e gitmek yerine trenle Attnang Pucheim’a gidip (bu ne ya sanki Vietnam’da liman adı) oradan da yine trenle Hallstatt istasyonuna gelmek ve feribota binmek. Bu seçenek de bir 30 euro falan tutuyor.Ha bu arada ilk iki seçenekte dönüşü de aynı yoldan yapacaksanız son feribotun 6 gibi Hallstatt’tan ayrıldığını unutmamanız gerekiyor.
Ya da, ya da, ya da Bad Ischl’den otobüsle Gosau’ya, ordan da otobüsle Hallstatt’a varabilirsiniz. Bu nispeten daha kısa sürüyor tersten dolanmadığından.
İşte bu yüzden diyorum yollarım hiçbir şekilde Hallstatt’a çıkmıyordu. Arabam zaten yoktu. Hallstatt’a trenle dolanıp gelmeye vaktim desen hiiç yoktu. Peki ben naptım? Sizin arabanız varsa benim de baş parmağım var diyerek otostopa çıktım gene. Çok da güzel oldu, pek de güzel oldu. Araba kiralamayı düşünmüyorsanız, en güzel de böyle oluyordu. Otostopa Salzburg’uun yerleşim sınırının bittiğini gösteren tabelanın tam önünden başladım. Hani Avusturya’daki ilk günümde Avusturyalılara epey sitem etmiştim ya, hiçbiri otostopta durmadılar diye. İkinci günümde öyle güzel aldılar ki gönlümü. Tüm gün boyunca otostopta maksimum bekleme sürem 5 dakikayı geçmedi. Her geçen durup aldı, bak bu kesin almaz dedim, o da aldı. Üstüne bir de çoğu bana kolaylık olsun diye kilometrelerce yolunu uzattı. Zaten ne diye bir günlük deneyime bakıp da insanları yargılıyorsunuz ki, çok ayıp.
Toplam 4 araç değiştirerek saat 10 gibi vardım Hallstatt’a. Varır varmaz da talihsiz bir sürprizle karşılaştım önce. Kasabayı boydan boya sis kapladığından burnumun ucunu bile göremiyordum. Fakat sisin yavaş yavaş dağılması ve benim aslında burayı sisli haliyle yakalamamın şanssızlık değil şans olduğunun anlaşılması uzun sürmedi. Ve sis dağılmaya başladıkça karşılaştığım manzaraya bayıldım. Tarif etmeye hiçbir kelimenin yetmeyeceği kadar bayıldım.
İtiraf edeyim, bir yere dair bu kadar büyük beklentilerim olduğunda hayal kırıklığına uğrayacağım diye içten içe korkmuyor değilim. Hallstatt zaten küçücük bir yerdi ve ben zaten pek çok fotoğrafını görmüştüm çoktan. Hele şu en çok fotoğraflandığı yer var ya, hah oradan bakıncaki görüntüsünü çoktan ezberlemiştim. Hal böyle olunca gittiğime değmeyecek mi acaba korkusu da arada bir inceden inceye dürtüyordu beni. Ama orada bulunmak, o havayı solumak çok başka hissettirdi. Bazı şehirler var büyük beklentilerle gidip hiç keyif almıyorum, bir daha kapısına bile uğramasam üzülmem diyorum. Roma benim için öyle mesela, Finlandiya tepeden tırnağa öyle. Bir de bazı yerler var, istemeye istemeye, gitmiş bulunayım diye gidip ilk görüşte vuruluyorum, Paris, Berlin, Stockholm, Prag gibi. Zaten sonra bunlar dünyanın en sevdiğim şehirleri oluyorlar. Ha sonra bir de gezerken aslında çirkin bulmadığım ama sonrasında pek özlemediğim şehirler var Barselona gibi. Bunlarda ilk grubun aksine suç şehirde değil de benim aşırı yüksek beklentilerimde oluyor genelde. Ve bir de Hallstatt gibi yerler var, ben beklentimi arşa çıkarıyorum mesela, onlarsa kalkıp o beklentiyi dahi aşıyorlar. İşte böyle yerlerde oldu mu karşısında, uzun sure bakmaya dayanamıyor insan. Fazla bakınca ağlamaya başlarsam kıskançlıktan diye korkuyor. Güzelliğiyle can yakan yerler oluyorlar bunlar.
Hallstatt’ta Neler Yapılırdı? İlla da Yapılmalı mıydı?
Hallstatt küçücük minicik bir kasaba olduğundan burada yapılabilecek şeyler sayıca sınırlı ve üç dört saatte tamamen bitirilebilir. Bunlardan biri Hallstat Skywalk mesela. Hallstatt’a tepeden panoramik bir bakış atmanıza imkan sunuyor. Buraya gidiş-dönüşü 16 euro eden finükülerle çıkmak mümkün. İnternette inanılmaz övgüler yağdırılmış bu yere ben çıkmadım. Çünkü açıkçası fotoğrafları beni o kadar cezbedemedi. Ve bu zamana kadar bedavaya ne dağlar tepeler ne göller görmüşken kalkıp da 16 euro gibi bana akıl dışı gelen bir tutarı ödemek içimden gelmedi. Vaktiniz varsa buraya yürüyerek de tırmanmak mümkün ki bence çok daha güzel bir opsiyon. Daha uzun vaktim olsa ve göl kenarına doysam ben muhtemelen yürüyerek çıkardım.
Yapılabilecek bir diğer şey ise Hallstatt tuz madenlerine gitmek. Salzwelten olarak bilinen bu madenlere de ulaşim finükülerle sağlanıyor ve gidiş-dönüş 30 euro. Genelde aileler tarafından fazlasıyla tercih edilen bir aktivite. Çocuklar bir ilginç buluyorlar herhalde. Bu aktivite için Tripadvisor üstünde değdi diyen de değmedi diyen de olmuş. Hayatimin hiçbir noktasında bir tuz madenine girmek gibi bir hayalim olmadığından sırf Hallstatt’tayım diye burada turistlerin yaptığı ne varsa yapmalıyım kafasına bürünüp de buraya girmeye kalkışmadım. Bir şehre gittiğinde ordaki tüm turist atraksiyonlarının peşine düşen, her türlü müzeye, sergiye, tarihi anıta gitmeye kalkan insanları ben pek anlayamıyorum. Yanlış da anlaşılmasın, şehri dibine kadar yaşamak adına belki de çok güzel bir yöntemdir ama ben bir şehrin sunduğu her şeyden ama her şeyden nasıl keyif alıyorlar, onlara hitap etmeyen hiç mi bir şey olmyuor, onu anlayamıyorum. Çünkü mesela yaşadığım şehirlerde bile ilgimi çekmediğinden yapmadığım onlarca aktivite, gitmediğim onlarca müze varken gezdiğim şehirlerde neden bunların peşine düşüp de nefes nefese kalayım diyorum ben kendi adıma. Yani ne diyordum, bana doğa ve sokaklar daha çok hitap ettiğinden, o anda da Hallstatt’i seyretmekten daha önemli hiçbir iş düşünemediğimden tuz madenine uğramadım.
Onun yerine yavaş yavaş sindire sindire yürüdüm şehirde. Şehirdeki birbirinden güzel evleri izledim uzun uzun.
Acaba buralarda gerçekten yaşayan var mı dedim kendi kendime. Sonra bir anda bir tane balkonun kapısının açılıp da yaşlı bir teyzenin dışarı çıkıp oturmasıyla cevabımı aldım. Ardından meydana geldim. Bir kere de geldiğim bir şehirde bir meydan tadilatta olmasındı di mi? Ama nerde olur mu hiç öyle? Peki ama bir meydan tadilattayken, ortasında iş makinesi çalışıyorken bile mi bu kadar güzel görünürdü?
Geçerken bir de meşhur kilisesine uğradım kasabanın. Ayaküstü bakılabilecek bir yer zaten. Bir ara göl kıyısından ara sokaklara ilerlerken üç kişi çekti dikkatimi. Birinin Beşiktaş armalı tişörtü vardi. Sonra Türkçe konuştuklarını da duyunca durup onlarla sohbet ettim. İkisi, Betül ve Serkan Avusturya doğumluymuş. Kendilerini ziyarete gelen Ali abiyi gezdiriyorlarmış. Sabah onların da Salzburg’dan geldiklerini duyunca tüh keşke haberim olsaydı, otostopta beklemezdim diye şakalaştım. Sonra vedalaştık. Gezintime devam ederken Türkiye’den gelen başka insanlara da rastladım. Asyalılar kadar olamasak da biz de Hallstatt’ı epey keşfetmişiz anlayacağınız.
Kasabanın diğer ucuna varıp gezimi tamamladıktan sonra bu sefer bir kahve ya da bira içip telefonumu sarj edebileceğim bir yer bakınmak üzere aynı yoldan geri döndüm. Powerbankim yanımda olsa da o ilerleyen günlerde bana çok lazım olacaktı. Ben yavaş yavaş yürüyüp uygun fiyatlı ve içeride prizi de olan bir kafe ararken Betül çıktı bir anda tekrar karşıma. Yoldan geçtiğimi görmüşler, ya biz sana sormadık ama aklımızda kaldı, bizimle dönmek ister misin Salzburg’a dedi. İçimden yaaaa sen ne diyosun nasıl istemem ya diye havalara uçtum. Tabi dışımdan daha olgun bir şekilde, çok isterim, dedim, ben de zaten Münih üzerinden Lihtenştayn’a devam edecektim, Salzburg’dan çok çok rahat geçerim. Onlar göl kenarında bir kafede oturmuş bir şeyler içiyorlarmış o sırada. Bir bira da bana ısmarladılar. Telefonumu şarja verip onlara katıldım.
Hallstatt’tan Dönüş
Hallstatt’tan ayrılırken saat 1’e yaklaşıyordu. Betül ve Serkan’in evlerinin yakınında bir şelale varmış, orayı da gezdik birlikte kısaca. Sonra Salzburg’a geçmeden önce bir de evlerine uğradik kardeşleri Buse’yi de almak için. O sırada anneleri beni gurbet ellerde yalnız görünce tarhana çorbası, et, pilav gibi tabaklarca Türk yemeği dizdi sağ olsun önüme, onlardan atıştırdım. Yetmezmiş gibi yanıma da bir sürü mandalina ve puding verdiler. Bir de hala sakladığım bir metal kaşık 🙂 Sonra anneleriyle vedalaştım ve evden çıktık. Salzburg’u geçip beni tam Almanya sınırında bir benzinlikte indirdiler. Bu güzel insanlarla da sınırda vedalaştım böylece.
Hallstatt’a dair son notlar
Hallstatt eminim her mevsim güzeldir. İnternetten kış fotoğraflarına bakın mesela, o ne güzellik öyle! Ama öğrendiğim kadarıyla kışın bazı aktivitelerin kapalı olma durumu olabiliyormuş. Benim gibi sadece gözüm Hallstatt görsün demiyor ve diğer etkinliklere de katılmak istiyorsanız iyi bir araştırın bu kış işini. Öte yandan benim gezdiğim gün kasaba epey sakindi fakat bu kadar turistik bir yerin yazın ne kadar kalabalık olacağını az çok hayal edebilirsiniz. Böyle olunca ben iyi ki sonbaharda gelmişim dedim,çünkü Salzburg’dan Hallstatt’a ormanın içinden uzanan yol, insana sonbaharı sevmeyi öğretecek bir yoldu. O yüzden diğer mevsimler için kesin konuşamam ama sonbaharda gönül rahatlığıyla gidebilirsiniz mesela.
Hallstatt konusunda içimi en çok burkan noktaysa hiçbir Avusturyalının bu kasaba hakkında benim kadar coşkulu olmayışıydı. Mesela ben de Ali abi de kasabayı, gölü izlemeye doyamazken Betül’e burası öylesine sıradan geliyordu. Sadece o mu? Otostopta beni alan Avusturyalı bir amca da niye Hallstatt’a gidiyorsun ki, çok turistik, ne yapacaksın, orada hiçbir şey yok diye sızlanmış, bir de Hallstatt yerine Gosau gölüne gitmem gerektiğine dair epey ısrarcı olmuştu. Göle gitmesem de Gosau’ya şöyle iki otostop arasında kısaca bir bakım, gerçekten sevimli bir kasabaydı. Ama Avusturya’nın çoğu yerinden aman aman farklı gelmemişti. Öte yandan vakti olanlar bu amcayı kırmayıp Gosau gölüne de uğrayabilirler. Hallstatt ise fazlasıyla turistik evet. Artık burayı duymayan bilmeyen kalmamış, her gün turlar organize ediliyor evet. Her şey saçma derecede pahalı evet. Ama ben, bir yeri sevmek için illa kimse keşfetmemiş olsun isteyen, sırf turistikleşti diye güzelliklerden soğuyan bir insan olamadım. Öyle olmak daha bir gurme havası katıyordur eminim ama olamadım. O insanları da anlayamadım. Hem Halllstatt’tan bahsediyorum. Hallstatt’ı nasıl sevmeyeyeyim?Şarkıda da dediği gibi sevmeyelim de taşa mı dönelim? Kim ne derse desin Hallstatt, bu gözler neler gördü be, dedirten yerlerdendi bana. Son olarak kasabaya birkaç saat yetse de sırf göl kenarı boyunca fark edeceğiniz küçük lambaların gece yandıklarında ortaya çıkaracakları manzarayı görmek için bile, otele verecek paranız veya bir köşeye kıvrılabilecek bir tulumunuz bir de buna vaktiniz varsa burada bir gece geçirilebilir. İyi gezmeler.