Şimdi boş yere Lihtenştayn’ın varlığını ezelden beri biliyormuşum triplerine girmenin anlamı yok. Dört beş sene ya oldu ya olmadı ben böyle bir ülkenin varlığını öğreneli. Genelde pek huyum olmasa da o yüzden gelin bu sefer Lihtenştayn kimdir, nedir, necidir baştan bir konuşalım. Lihtenştayn, Avrupa’da Avusturya ve İsviçre’nin arasında yer alan küçük bir ülke. Fiziksel olarak bu iki ülkenin arasında da bulunsa, ne yalan söyleyeyim aklı da gönlü de biraz İsviçre’de gibi geldi bana. Çünkü ülkenin para birimi İsviçre frankı, ülkede telefonunuzu kullanmaya kalkarsanız ulaşacağınız operatör büyük olasılıkla bir İsviçre operatörü olacak ve Lihtenştayn da İsviçre gibi AB’ye üye değil ama Schengen bölgesi içinde. Yani anlayacağınız abileri ablaları, bu küçük ülke daha çok batıdaki komşusuna çekmiş.
Yönetim biçimine gelirsek Lihtenştayn bir prenslik, haliyle bir de prensi var, ismi Rudolf. Ve bir de prensesi var. Onun ismiyse Tılsım Tanberk! Evet bildiniz kendisi bir Türk. Hey gidi eski günler. Eskiden olsa böyle kuru kuruya evlilik mi olurdu? Lihtenştayn’ın çeyreğini falan çeyiz olarak alırdık. Tahminimce bu da ancak 1+1 eve tekabül ederdi. Hanım kızımız prens beyle bir Amerika seyahati sırasında tanışmış. Sorsan biz de seyahat ediyoz ama henüz kurbağa prensi bile göremedik.
Peki ama Lihtenştayn’da hangi dil konuşuluyor?
Yahu, İsviçre’yle Avusturya’nın ortasında diyorum, Japonca konuşulacak hali yok ya, tabi ki Almanca konuşuluyor. Ülkenin başkentiyse Vaduz. Bana mı öyle geliyor yoksa sanki hafiften ürkütücü bir fonetiği mi var?
Neyse gelelim benim en sevdiğim rakamsal verilere. Lihtenştayn’ın yüzölçümü 160 metrekare. Ülkenin doğusuyla batısı arasındaki en uzun mesafe 9.4 km, kuzeyden güneye ise 24 km. Bu sayıları duyunca “Oha bu ne, yürünür ki bu” demiş olabilirsiniz. Dediniz mi? Dediniz, dediniz. Siz demediyseniz de ben dedim. Sonra da madem yürünür, yürüyelim o zaman dedim.
Peki Lihtenştayn’da “Aman Aman Bir Olay” Var mı?
Yalan söylemeyeceğim. Lihtenştayn, mutlaka görmeniz gereken yerler listesine girecek bir yer değil. Zaten üzerinde iki saniye düşününce mutlaka görmeniz gereken yerler listesi mantıklı bir fikir değil. Sonuçta siz bir yeri görmediniz diye dünya dönmeyi falan bırakmayacak. Ama demem o ki, gördüğüm en güzel ülke Lihtenştayn mı? Değil. Yine de benim gibi Alp yeşiline tutkunsanız, iki üç katlı, pencereleri panjurlu, şirin evlerin mimarilerine bakınca ister istemez gülümsüyorsanız, eh bir de çok vaktim yok ama bir ülke bulsam da bir uçtan bir uca yürüsem diyecek kadar yürümeyi seviyorsanız, buradan pişman ayrılmazsınız. Yürümek benim için çekirdek çitlemek gibi olduğundan, bir başladığımda fenalık geçirene kadar durmadığımdan Lihtenştayn’daki bir günüm en güzel gezi anılarımdan biri oldu mesela.
İyi güzel de Lihtenştayn’a Nasıl Ulaştım?
Türkiye’den doğrudan ulaşım var mı ne yazık ki bilemiyorum. Bildiğiniz gibi ya da bilmiyorsanız da şuradan öğrenebileceğiniz gibi ben en son Betül, Serkan, Buse ve Ali abiyle vedalaşmış, Avusturya-Almanya sınırında otostoptaydım. Zaten parmağımı havaya kaldırmamla bir arabanın durması bir oldu. Şansıma bir de duran amca İsviçre’ye gidiyor çıkmasın mı? Otostoptaki şansım hala devam ediyordu anlayacağınız. Amcamız İsviçreliymiş ve Macaristan’dan buraya kadar tüm gün araba sürmüş. Yol uzun olunca sohbet ettik de ettik. Kendisi Şili’yi gezmiş bana onu anlattı, şu an Nordkapp’da olan oğlundan bahsetti. Çalışıp yeterince para biriktirdikleri anda tekrar yollara düştüklerini söyledi. Sağ olsun bir de beni Lihtenştayn’a bırakabilmek için yolunu uzattı. Son yarım saati içinde Almanya, Avusturya, İsviçre ve Lihtenştayn sınırlarında bulunduğumuz yolculuğumuz sona erip de Ruggell’e vardığımızda saat akşam 8 civarıydı. İsmini not etmediğim bu yüzden de hatırlayamadığım İsviçreli amcaya binlerce kez teşekkür edip vedalaştım. Sonra da geceyi geçirmek üzere ana yoldan sapıp çimenlik bir alanda ağaç dibine çadırımı kurdum. Aslında wildcamping Lihtenştayn’da da yasak, bu yüzden tuluma girip yatmak yerine çadırı kurmak bir bakıma riskti. Fakat 37.000 kişilik bir ülkeden bahsediyoruz.Ülkede kaç polis olacaktı da biri gelip benim çadırı bulacaktı? Hem kıyafetlerimi değiştirecek bir alana da ihtiyacım vardı. Çadırı kurdum kurmasına da huzur içinde uyudum diyemiyorum. Çünkü ekstrem derecesi -20, konfor derecesi 4 olan tulumun içinde, nasıl oluyorsa 7 derece görünen havada üşüdüm tüm gece. Üşüdükçe bir kat daha giyiyordum, giyindikçe bir kat daha üşüyordum. Ben bu uyku tulumlarında neden bir türlü dikiş tutturamıyordum?
Sabah 7 civarı uyandım.
Uyandığımdaysa beni başka bir tatsız sürpriz bekliyordu.İtalya hattım Avrupa’da geçerli nasılsa diyerek gece gönül rahatlığıyla açtığım uluslararası dolaşım sebebiyle telefonumdaki kredi sıfırlanmıştı. Çünkü hat Avrupa’da değil Avrupa Birliği’nde geçerliymiş! Haliyle elimdeki telefon mesaj, arama veya internet gibi hiçbir telefonsal faaliyeti yerine getiremiyordu. Şimdilik en azından offline haritam çalışıyor diye teselli buluyordum. Şimdilik diyorum çünkü powerbank’imde sadece bir günlük şarjım kalmıştı. Sonra o da olmayacaktı.
Lihtenştayn Yürüyüş Rotası

Toparlanıp çantamdaki yoğurt ve mandalinalardan yedikten sonra saat 8e doğru başladım yürüyüşe. Ben ülkeyi kuzeyden güneye yürümeyi seçmiştim, bu yüzden de Ruggell’de başlayıp Balzers’ta bitirecektim.
Daha kısıtlı zamanı olanlar için doğu-batı arası yani Avusturya’dan İsviçre’ye geçerken yürümek de bir seçenek olabilir. Daha fazla zamanı olanlar ve bu kadarı bana yetmez, biraz daha Lihtenştayn yok mu diyenler ise, düz yoldan değil dağdaki yürüyüş rotalarından geçerek dolaşabilirler ülkeyi. Şu siteden ülkedeki farklı uzunluk ve zorluktaki yürüyüş rotaları hakkında bilgi almak mümkün. Liechtenstein Panoramaweg rotası ülkenin güneyinden kuzeyine kadar uzanıyor mesela. Ben fotoğraftaki rotada ilerledim ve şehirlerde verdiğim molalarla ve birtakım yolu uzatmalarla birlikte saat 3 gibi Balzers’a vardım.
Günün ilk saatlerinde yola başladığımda önümde şu manzara vardı.
Kendimde gezerken fark ettiğim bir huy da hoşuma giden bir yerle karşılaştığımda sırıtarak yürüyor oluşumdu. Lihtenştayn boyunca da işte insanlara bu niye aval aval sırıtıyor acaba diye sordurabilecek bir gülücük yüzümden hiç eksik olmadı.
Ruggell’den Gamprin’e, Gamprin’den Schaan’a ve Schaan’dan Vaduz’a fotoğraf çekmek için duraksamalarım dışında mola vermeden geldim.
Ha bu arada aklınıza takılmış olabilir, ben söyleyeyim. Lihtenştayn’da her şey olabilirsiniz de aç ve susuz kalamazsınız. Yol boyunca belli aralıklarla Migros ve Coop’a denk geldim, bir de Lidl tabelası gördüm. Daha güzeli yollarda ve şehirlerde sık sık çeşmelere rastladım. Suyun kana kana içilecek lezzette olduğunu da belirteyim.
Vaduz
Birkaç saatlik yürüşüyün ardından Vaduz’un şehir meydanına çıkınca medeniyete varmış hissettim desem yeridir. Günümüzde medeniyeti etraftaki Asyalı turist sayısından ölçtüğüm doğrudur, o ayrı konu. Hey gidi bu gözler neler gördü, Rolex tabelası önünde poz veren turistler gördü. Peki ülkenin başkentine gelip de kraliyetin ikamet ettiği yeri görmemek olur muydu? Olmazdı. Henüz Vaduz’a yaklaşırken tepeden sizi süzüşünü hissedebilirsiniz bu kalenin. Ee ülke küçük de olsa kraliyet halktan olabildiğine kopuk olmalı azizim! Olabildiğince dediysem pek olamamış, o başka. Lihtenştayn’a arabayla geldiyseniz bir kere, kaleye ulaşmak sizin için çocuk oyuncağı. Arabayla gelmediyseniz de otostop ölmedi ya. Ama ben Lihtenştayn gezimin ruhuna uygun olması adına buraya da yürüyerek çıktım. Böyle bir niyetiniz varsa, burdan motive de edeyim: İlk yokuştan sonrası cidden rahat.
Ha bu arada kaleye dışarıdan bakabiliyoruz fakat içine giremiyoruz, çünkü hali hazırda kullanılmakta. Prenslik halktan pek kopamamış dediysem yatak odasına kadar da girmiyoruz canım insanların. Başkentte bir kilise, bir iki de müze var ayrıca, ama beni pek çekmediklerinden kaleden inip yüzümde gülücüklerle doğruca yoluma devam ettim.
Vaduz kilisesi
Balzers
Vaduz’dan güneye doğru ilerledikçe gülümsemem arttı da arttı. Triesen’den Balzers’a kadarki kısım yolun en sevdiğim bölümü oldu. Bir yanda ekimde miyiz diye takvimi kontrol etme isteği uyandıran güneş ve Alplerin seyretmeye doyamadığım yeşili, bir yanda da sonbaharda olduğumuzun tek kanıtı olan sarı yaprakları hışırdata hışırdata yürümenin keyfi eşliğinde Balzers’a kadar geldim.
Bu arada Triesen-Balzers arası rotanın araba yolunda kaldırım olmayan ve bu yüzden daha içeriden yürümem gereken tek bölümü oldu. Gölgede ağaçların altından ve ineklerin arasından geçerek yürümenin tadını da böylece çıkarmış oldum.
Kim demiş yolda arkadaş edinmedim
Aslında Balzers’tan daha güneyde de şehirler var fakat otoyola kolay bağlanabilmek adına ben gezimi bu şehirde noktaladım. Balzers, gördüğüm en güzel mimarili kiliselerden birine sahipti. Öyle ki, normalde önünden geçip gitmeyi planlıyorken bu kiliseye doğru çekilmemek benim için mümkün değildi.
Dışı pek bir ihtişamlı, bahçesi adım başı çeşme dolu bu kilisenin içiyse beklediğimin aksine epey sadeydi. Buradaki kısa molamdan sonra otoyola yürüdüm. Ha unutmadan Balzers’ın dışardan pek güzel, ziyarete de açık bir de kalesi var ama ben otostopa geç kalmak istemediğimden bunu pas geçtim.
Bonus: Eve Dönüş
Lihtenştayn gezim yüzümdeki gülücüklerle beraber burada bitti, fakat benim için gezinin en sancılı kısmı tam da Lihtenştayn’ın bittiği yerde başladı. O yüzden müsaadenizle burada bu anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Ama siz ben Lihtenştayn için geldim, gerisi beni bağlamaz der ve okumak istemezseniz hiç gocunmam.
Lihtenştayn İsviçre sınırında en uzun bekleyişlerimden birini yaşadım otostopta. Zaman ilerledikçe gerginliğim artıyordu, çünkü İtalya’ya akşam varırsam şarjım ucu ucuna kurtaracaktı. Yoksa çoktan arama ve internet özellliğini kaybetmiş telefonumun navigasyonundan da mahrum kalacaktım.
Fakat İsviçre içinde de otostop beklediğimden çok zor olunca hava karardığında Thusis civarında kalakaldım. Otostop çekecek yer arayışlarımı ve bulamadığım zamanlardaki yürüyüşlerimi de katınca tüm gün toplam 32 km yürümüştüm ve yorgunluktan ölüyordum.
İki tane araba durmuştu ama ikisi de Sankt Moritz’e gidiyordu ve bu benim için yolu uzatıyordu. Gezmeye ilk başladığım zamanları düşünüyorum da, telefonumda arama ve internet olmadan, şarjım bitecekken ve yatacak hiçbir yerim yokken bilmediğim bir yerin ortasında kalsam nefesim kesilene kadar ağlardım herhalde. Ama o günkü sükunetime bakınca gezmenin bana ne kadar şey kattığını anladım. En kötü benzinlik bulup telefonu şarj eder, hava tamamen kararınca bir yerde tuluma kıvrılır, yarın tekrar denerim diyordum.
Tam kendimi en kötüye hazırlamışken bir araba daha durdu. Az önce Sankt Moritz’e gittiğini söyleyen adamdı tekrar karşımdaki. Adam düşündüm de sen İtalya’ya gayet Sankt Moritz’den de gidebilirsin diye bana haritadan gösteriyor, soğukta bekleme diye geri döndüm diyordu. Dışarıdan dinleyince giden bir arabanın geri dönmüş olmasının ne kadar ürpertici bir yanı olduğunun farkındayım. Fakat, telefonumda çevrimdışı haritadan kontrol ettiğimde gördüm ki Sankt Moritz konusunda haklıydı. Böylece Portekizli Pedro amcayla tanıştım.
Bize paranoyak gibi yaşamayı öğreten kalıplara inat Pedro amca gerçekten de kendi yoluna gittikten sonra ben soğukta beklemeyeyim diye alışverişini halledip geri dönmüştü. Ve sonra hayatımda yıldızları hiç görmediğim kadar yakından gördüğüm Alplerin tepesinde Sankt Moritz’de bir de şehir turu attırmıştı bana. Ve evini açıp yemeğini ikram etmişti. Ve sonraki gün kolay otostop bulabileyim diye takviminin arkasını yırtıp benimle beraber karton hazırlamıştı. Ve ertesi sabah beni İtalya sınırına kadar bırakmış, eğer bir saate kadar hiç araba bulamamış olursan beni ara, Tirano’ya kadar seni bırakayım demişti. Dünya dönüyorsa hala, Pedro amca gibi güzel insanların hatrına dönüyordu.
Pedro amcanın evinin önünden sabah manzarası.
Sankt Moritz’den İtalya’ya giderkenki yol manzaramız.
Pedro amcanın bıraktığı yerden, İtalyan bir adamla Malezyalı eşi aldı beni birkaç dakika sonra. Geze geze Milan yakınlarına gidiyorlardı. Onlara katılmamı teklif ettiler. Ben de büyük bir keyifle Miralago’yu, Tirano’nun muhteşem mimarili kilisesini, Como gölü kıyısını gezdim onlarla beraber. Milan’dan sonraysa daha fazla geç kalmamak adına trene binip önce Bolonya’ya sonra da Forli’ye geldim. Böylece evden Salzburg-Hallstatt-Lihtenştayn yapar gelirim diye çıkıp da Sankt Moritz’i, Tirano’yu, Como kıyılarını gördüğüm, elimi cebime atıp bir cent bile harcama fırsatı bulamadığım, ikramlardan dolayı yanıma aldığım çoğu yemeği henüz yiyemediğim gibi, üstüne eve çantamda baştakinden daha çok yiyecekle döndüğüm en güzel seyahatlerimden birini geride bıraktım. Bir ülke dolusu değil aslında, bir yolculuk dolusu gülücüğü geride bıraktım. Geride de bırakmadım hatta. Yanımda getirdim. Ve yol boyunca tüm şanssızlıklarımı şansa çeviren bu güzel insanlara da bu vesileyle teşekkür etmek istedim.
Miralago